“Uzun süre uçuruma bakarsan uçurum da sana bakar.”
Yolda olmayı ne zaman bırakır insan? İçindeki tüm hevesleri, heyecanları ne zaman yitirir? Neden bırakır öylece? Hayallerinden vazgeçer mi insan? İçi dolu gülümsemelerden, şen kahkahalardan geriye suratsız, tatsız etten, kemikten, kandan yek vücut, nefes alan bir ceset olmaya neden gönüllü olur? Yürürken koşmalı, koşarken uçmalı, uçup fezada kaybolmalı derken sürünmeye neden talip olur? Meraklısı mıdır ısmarlama yaşantıların, uydurma ihtiyaçların, toplumsal yalanların?
Meraklısıdır desem, evet hem de canı gönülden… Seve seve kölesi olur, seve seve rehin verir aklını, kalbini, yüreğini. Sonra korkak, sinik, öfkeli bir şeye dönüşür. Kendinden nefret eder, etrafındaki insanlardan nefret eder, esen rüzgârdan, yağan yağmurdan, kuş seslerinden bile nefret eder artık. Akşam olur yastığa başını koyar, uyku tutmaz rehin hayatını. Bir ceset taşır gibi sürüklediği bedeni, ağır ağır değil birden çöker. Yaşın bir önemi yoktur. Günlerin, haftaların ve ayların bir önemi yoktur. Mevsimler gelip geçer ama bir önemi yoktur. Dalıp dalıp giderken uzaklara hiçbir şeyin önemi kalmamıştır. Hayaller uzak birer tasvir halini alınca imkânsızın şarkısı çalar kafasının içinde. İlk önce, en önce kendini kandırır imkânsızın şarkısıyla.
Her şeyin boşunalığını ezber eder her sabah. Radyonun sesini kısar, camları kapatır, aynalara düşman olur. Aynaya bakmayan insan mı olur? İşte bu insan, aynalara düşman olur. Ilık, ilk yaz esintileri, ya üşütür ya da terletir onu. Basar küfrü, kaçar. Damı, çatısı betondan evine kaçar. Kapatır kapıyı sımsıkı. Gömülür koltuğuna, derin, simsiyah bir boşluğa bırakır kendini. O simsiyah boşlukla hemhal olup, boşluğun kendisi olana kadar zehirli düşüncelerle doyurur kafatasının içini. Akıl denen o obur iştiha, benliğine doğru fısır fısır akıtır zehrini. Ve o zehir kalbinin orta yerindeki küçüçük noktayı tetikleyene kadar akar durur içine içine. Dışardan değil içeriden, hem de en güvendiği yerden süzülür o simsiyah boşluk. Ne diyordu şair: “Kafatasımın içini bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım. Ölü benim kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden.” O karanlığa baktıkça bedenin kılcal damarlarına işleyen bilinçle, aydınlığa olan inancın zerresi kalır mı ruhunda? Kalmaz. Lakin kalmaz demekle de olmaz. Şen kahkahalar, içi dolu dolu gülümsemeler olmasa da, inancın maddesi aklın değirmeninde öğütülse de bir çıkış yolu hep vardır. Bu çıkış, romantik bir söylemin hayal ürünü serzenişlerinden öte bir hülyadır.
Bir çocuğun gözlerinde gördüm bunu bugün. Işıl ışıl, tertemiz gülümseyişinde gördüm. Üstelik bir uçuruma bakarken gördüm. Uçurumun kenarındayken gördüm. O gözler, uçurumun hemen yanında yanıp sönen bir deniz feneri gibiydi. Yolunu kaybetmiş ama yola yeniden çıkmaya hevesli kim varsa, bu gözler, bu ışıl ışıl gözler ona yeterdi. Bugün o gözler, yirmi beş yıl önce, bembeyaz bir isnat duvarının üstüne çıkıp yoldan gelen geçen arabaları hayranlıkla izleyen çocukla selamlaştı.
Yirmi beş yıl önce bir otobüs yolculuğu yeterdi mesela. Nereye olursa olsun, doğu batı, kuzey güney, hudut tanımayan bir istekle çıkılan her yolculuk yeterdi. Tekerler dönmeye başladığı an, hareket halinde olduğumuz her an, durmadığımız her an yeterdi. Bugün de yeter. Beklemek boşunalığını özgür irademizle yendiğimiz an, duvarları yıkıp geçtiğimiz an yeter. Kalbimizin orta yerinde duran küçücük siyah noktayı -orada hep olduğunu bilerek- avcumuzun içine alarak, bir uğur böceğine hayranlıkla bakarken böceğin uçup gitmesi gibi salıveririz. Fakat orada, içimizde olduğunu biliriz. Çünkü onu besleyen, doyuran, ona o simsiyah rengini veren insan, yirmi beş yıl önce, bir isnat duvarının üstüne çıkıp yoldan gelen geçen arabaları hayranlıkla izleyen çocukla aynı insan. Bembeyaz elbisesinin eteklerini uçuşturan rüzgarla dans eden; yele, yağmura, güneşe düşman değil, hayran olan aslında aynı insan.