Kirazlıtepe’nin Karagöl’e çıkan en dar sokağında acele adımlarla yürüyorum. Güneş tepede parlıyor. Hava sıcak. Sonbaharın son günleri. Bu sene kış çetin geçecek diyorlar. Geçen kış için de aynı şeyi söylemişlerdi. Ondan önceki kış için de… Sağımda solumda harabe, yıkık dökük ahşap binalar, binaların içinde eskimeye yüz tutmuş paslı kapı demirleri, pencerelerinde tüyleri perişan kediler, korkunç sesli kargalar tünüyor. Yutkunurken boğazım arıyor. Sigara da içmek istemiyorum artık. Zaten niye başladım ki?
Caddeye bir iki metre kala, sağ tarafımdaki köşke takılıp kalıyor gözlerim. Köşkün bahçesinin yola yakın tarafında bahçıvan pantolonlu altmış, taş çatlasa yetmiş yaşlarında gösteren bir ihtiyar eskimiş bir kütüğün üzerinde boyuna odun kırıyor. Hemen yanında eski bir demlik, demliğin yanında annemin çeyizindekilere benzeyen fakat kullanılmaktan çizik çizik olmuş cam bir çay fincanı var. Belli ki az evvel çayından bir iki yudum alıp sonra hemen işe geri koyulmuş. Fincanın üzerinden hala çayın dumanı yükseliyor. Elindeki baltayı her indirip kaldırışında alnından damlayan ter damlalarını gömleğinin kollarına siliyor. İhtiyar adam tıpkı işleyen bir makine gibi biteviye aynı hareketleri tekrarlayıp duruyor. Baltayı odunlara her indirişinde çıkan o tok ses, tüm sokakta yankılanıyor. Şimdi ne ileri ne geri gidebiliyorum. Gözlerimi tek bir noktaya, ihtiyar adama dikip öylece kalakalıyorum. Sanki birisi, bir şeyler beni bulunduğum noktaya çivilemiş gibi hissediyorum. Hareket edemiyorum.
İhtiyarın odun kırışında beni büyüleyen, bulunduğum yere çivileyen bir şeyler var. Kafamın içi, kulaklarım, boynum alev alev yanıyor. Ensemden omuzlarıma, oradan tüm vücuduma bir titreme yayılıyor. Boğazımın ağrısı daha da şiddetleniyor. Midem bulanıyor. Odunlar kırılırken çıkan ses kulaklarımı tiz bir çığlık gibi tırmalıyor. Onları büyük bir iştah ve hevesle kıran ihtiyar şimdi bende şaşkınlıktan öte nefret duyguları uyandırıyor. Odunlardan tiksiniyorum. Adamın önündeki odunları kucaklayıp hepsini birden, biraz ilerimdeki göle atmak istiyorum. Odunlarla birlikte gölün dibine, en dibine batmak, orada öylece kalmak istiyorum. Nedense gölün dibinde günler, haftalar, aylar hatta yıllar geçirebilirmişim gibi geliyor.
Çocukluğum bu göl hakkında anlatılan korku hikâyeleriyle geçti. O zamanlar nasıl da ürkerdim. Evimiz göle çok yakındı. Evimizin en büyük odasından neredeyse gölün tamamı görünürdü. Gece rüyalarıma bile girerdi. Kâbuslarımda gölden çıkan çeşitli canavarlar gölün sonu gelmeyen dibine doğru çekerdi beni ayaklarımdan. Korku dolu kâbuslardan sonra sabah olur, ben büyük salona koşar, ellerimi pencerenin pervazına koyup gölden bir şey çıkacak mı diye heyecanla beklerdim. Bırak içine girip yüzmeyi, göle bakmaya bile korkardım. Şimdi ise, kâbuslarımı besleyen o kapkara gölün kalbine, derinine inmek, orada aylarca kalmak istiyorum. Büyüdükçe artık bir şeyler hissetmeyişimin, gözlerimdeki yağmur bulutlarının, donmuş kalbimin bu gölün dibinde canlanacağını yeniden yeşereceğini ummak. Tanrım ne büyük çaresizlik. Ölmek istemekten de kötü! Ölmek isteyen insan gerçekleri acı da olsa kabullenir. Bense hala beni canlandıracak sebepler arıyorum. Nafile!
Odun kıran adamdan neden nefret ettiğimi biliyorum. İçimde, derinlerde bir yerlerde, kafamda, yüreğimde artık orası tam olarak neresiyse işte orada bir şeyleri dürtüyor. Kendi eylemsizliğimden, çaresizliğimden, keyifsizliğimden utanıyorum. Yürümek, ayaklarımı hareket ettirmek bile bana işkence gibi gelirken ihtiyar bu sıcak sonbahar gününde kan ter içinde odun kırıyor. Yorulmak nedir bilmeden, düşünmeden yalnızca işini yapıyor. En son ne zaman bir işi böyle ciddiye alarak yaptığımı düşünüyorum fakat hatırlayamıyorum. Benim yitirdiğim, arayıp da bulamadığım bir sokağın sonunda karşıma çıkıyor işte. Ben odun kıran adamı izlemek değil odun kırmak istiyorum.
Cumalıkızık için harika bir betimleme olmuş 🙂🩷ellerinize sağlık
“Gezmek yaşamaktır.” Beğenmenize sevindim😊Keyifli okumalar, başka yazılarda buluşmak dileğiyle…