“İşte bütün alelade sadeliği içinde gerçekler. Gerçeklerden sonra sıra heyecanlara gelecek.”
Gerçekliği algılama biçimimizin, dünyayı kavrayış ve kabulleniş yolunda oldukça etkili olduğunu düşünüyorum. Olaylara ve insanlara bakış açısı, çoğu zaman gerçekliğin yorumlanmaya açık olmayan tarafından epey sıkıcı görünür. Gerçeklik, görmekten imtina edilen korku dolu bir kâbus halini alabilir. Elbette bu durum kişinin yorumlanmaya açık olmayan gerçeklik kavramını kendi algılarından görme biçimidir. İşin içine her zaman duygular karışır. O çok övülen mantık, gerçekler söz konusu olduğunda devre dışı bırakılabilir. Bir kere süslü değildir. Gösteriş ve iddiadan bir o kadar uzaktır. Bu sebeple sevilmesi ve kendiliğinden kabullenilmesi zordur. Kısa süreliğine de olsa gerçekleri işitmeye tahammülü olmayan ama baştan kabul edilmiş yalanlarla bir ömür yaşayabilen insanları nasıl tanımlamalı? Benim açımdan bunu anlamak pek mümkün görünmüyor. Psikolojide, toplum biliminde bir karşılığı vardır elbette ama yaşadığımız dünyaya ve insan ilişkilerine yansıyan yanı daha çok ilgimi çekiyor.
Gerçek dışılık doğası gereği, merakın ve şüphenin odak noktası haline geliyor. Yani gerçekliğin kabullenilişinde olduğu gibi herhangi bir bedel ödemeye gerek yok. Gerçek dışı olan doğrudan duyulara sesleniyor, ilkel güdüleri besliyor. Tam bu noktada bünyeyi heyecanlandıran, hareketi sağlayan bir şey var. Sanki her şey yolundaymış, çok mutlu olabilirmiş hissi tüm bedene yayılıyor. Gerçeklikse tıpkı hayal kurarken yaşanılan hazzın, o hayal gerçekleştiğinde şiddetini yitirmesi gibi. Duygular söz konusu olduğunda çocukluk yaşantılarını da işin içine katmak gerekir. Gerçeklik karşısında her zaman gözlerini yumması gerektiği öğretilen bir çocuk, yetişkinliğine kadar karşısına çıkan gerçekleri görmezden gelme konusunda ustalaşıyor. Bana kalırsa görmezden gelebilmek bir meziyettir. Hatta sağlıklı ve stresten uzak bir hayat için zaman zaman gereklidir. Fakat bu görmezden gelme artık “bilinçsiz bir körlük” haline dönüştüğünde tehlikeli bir hal alıyor. Ufacık bir gerçeğin nüansları bile gerçeği tanımamış bir insanı yıkıma götürebilir. Bence gerçeklik hali sonradan öğrenilen bir durum değildir. O ancak dayatılabilir. Ve buna maruz kalan birey sancılı bir değişim sürecinden sonra artık bambaşka bir insan olacaktır. Bu direnerek kırabileceğimiz bir döngü değil. Küçük heyecanlar, mutluluklar bile gerçekliği görmeye başladığımızda geliyor. Tüm gerçekliği görmek zorunda değiliz. Etrafımızda olan biteni algılamak bile yeterli. İkili ilişkilerde, ailemizde, arkadaşlıklarda… Kısacası yaşam alanımız bunun için uygun.
Sevdiğim yönetmenin bir filminde oyuncu “İnsanın kendi karmaşasını görüp anlaması çok kötü bir şey.” der ve hatırladığım kadarıyla bir başka oyuncu şöyle devam eder: “Gerçekler asla felakete sebep olmaz.” Gerçeklik doğa gibidir, alelade ve tumturaksız. Doğanın içinde, insana göre dramatikleşen vahşilik bile gerçekliğin bir biçimidir. İçinde bulunduğumuz dünyadan insanı çıkardığımızda gerçekliğin en saf halini görürüz. Tabiat tüm ihtişamıyla gerçekliğin ta kendisidir. Belki de insan olmasa gerçeklik denilen kavram da olmayacaktı. Kavramın insan etmeniyle yoruma açık hale gelmesi bile başlı başına bir bilmece bence. Bulanık bir suya baktığımızda kafamız karışabilir. Evet, gerçekler yalanların şiddetli hazzına sahip değil, hiçbir zaman da olmayacak. Karmaşanın düzene dönüşmesi zaman alabilir. Suyun berraklaşmasını beklerken gözümüze ışıltısı yansıyan yalanlar cezbediciliğini giderek arttırdığında gerçek dışılığın yıkımına doğru yüzmek mutluluğun yalnızca yansımasını yaşatır. Kendisi bile olmayan bir mutluluk gerçeklerden ve ondan sonra gelecek heyecandan daha mı önemlidir bilemem. Bana göre değil. Ama mutluluğun yansıması bile bazılarını rahatlatmaya yetiyor sanırım. Yoksa bir ömür gerçeklere kulaklarını kapatıp kendi gözlerini kör etmezdi insan.


Muhteşem 👏👏👏”Gerçekler asla felakete sebep olmaz”
Keyifli okumalar Dilek Hocam.😊