Sabah olmasına rağmen güneş tüm yakıcılığı ile tepemde dönüp duruyor. Yalnızca benim üzerimdeymiş gibi hissediyorum. Ellerimi başıma götürüyorum. Kopkoyu saçlarımda alevden bir sıcaklık var. Kafa derim karıncalanıyor. Güneş, nefes alan, yaşayan, canlı olan ne varsa öldürmeye, kurutup soldurmaya yemin etmiş devasa bir yıldız gibi. Biraz öfkeleniyorum. Bunu bilinçli yapan, yaşayanlardan intikam almaya çalışan gözü dönmüş bir katil olarak görüyorum bir an onu. İnsanlara duyduğum öfkeye benzer bir ruh hali bu. Derimi yakıyor, acıtıyor. Güneşle ilgisi yok belki. Bugün canım sıkkın. Saçlarım alev almadan başımı denizin tuzlu, ılık sularına sokuyorum. Burun deliklerimden genzime tuzlu su kaçıyor. Okkalı bir küfür savuruyorum içimden. Ayaklarım deniz tabanına değerken boğazıma su dolmasında bir sıkıntı yok. Ama kıyıdan epey uzağım. Gözlerim yanarken genzim yırtılırcasına öksürmek biraz can sıkıcı bir durum. Ayaklarım sonsuz boşlukta yukarı aşağı salınıyor. Ellerimle yanan gözlerimi ovuşturuyorum. Biraz panikledim sanırım. Önemli değil. Yakınlarda beni teskin edecek kimse yok. Başımın çaresine bakmalıyım. Aklıma yere kapaklandıktan sonra, etrafına bakınıp kimseyi göremeyince sızlanmaktan vazgeçen çocuklar geliyor. Gülüyorum. Neyse ki deniz bugün durgun. Ufka bakarken on sene öncesinden -belki de daha fazla- kulaklarımda tanıdık bir ses yankılanıyor. “Akdeniz en tuzlu denizimizdir. Ekvatora daha yakın olması sebebiyle buharlaşma şiddeti fazladır…” Akdeniz en tuzlu ve en sevdiğim deniz. Sonsuzluk yine beni cezbediyor. Yüzebildiğim yere kadar yüzsem. Sonra kıyının, dağların, medeniyetin görünmediği bir noktada denizin tam orta yerinde yorulsam ne olur? Nasıl hissederim acaba? Telaş, korku, çaresizlik, yalnızlık… Bir insanın ömründe defalarca tattığı duygular. Yaşamak gibi. Hayatın orta yerinde öylece kalmak gibi. Öf diyorum duyacağım bir şekilde. Burada bile bunları düşünmeyi nasıl beceriyorsun. Dalgalardan, ciğerlerine su dolmasından değil ama bu önü arkası kesilmeyen düşünceler yüzünden boğulacaksın bir gün. Zihnimden uzaklaştırmaya çalıştığım düşünceleri kovalar gibi suları döve döve ilerliyorum.
Düşünceler yavaşça uzaklaşırken ansızın bir motor sesi geliyor. Gözlerimi kısıp sesin kaynağını arıyorum. On on beş metre açıkta küçük bir tekne gürültülü bir müzikle uzaklaşıyor. Ünlü pop şarkıcıların mevsimlik bestelerinden biri. Yazın başından beri girdiğim tüm mekânlarda sürekli çalan iki üç şarkı var zaten. Bu şarkıları duymaktansa düşüncelerimin bunaltıcı sesini duymayı yeğlerim. İnsanların kişisel araçlarında, gürültülü ve manasız şarkılar dinleme alışkanlığını anlamakta zorlanıyorum. Denizin ortasındasın yahu! Teknenin uzaklaşmasını izlerken adeta ağlarda çırpınan bir balık gibi yüzmekte olan, suların etrafa saçılmasında kadın mı yoksa erkek mi olduğunu anlamadığım biri geçiyor. Suyu yumruklayarak yüzeni de ilk defa görüyorum. Belki o da düşüncelerini öldürmeye çalışıyordur. Bana yaklaşınca yavaşlıyor. “Görgüsüz herif” diyor yüzünü ekşiterek. Ellili yaşlarının ortasında olduğunu tahmin ettiğim bir kadın. Günaydın diyor kibarca. Karşılık veriyorum. Kafasında bonesi, gözlükleri yaşına göre oldukça dinç bir duruşu var. Siyah, modası hiç geçmeyecek türden tek parça bir mayo giymiş. Sırt üstü yatıyor, yorulmuş. Sol ayak bileğindeki mavi boncuklu hal hal çarpıyor gözüme. Bayılıyorum böyle detaylara. Dudaklarında patlıcan moru bir ruj var. Tebessüm ediyorum. Biraz sırt üstü yüzdükten sonra gözlüklerini çıkarıyor. Bana bakmadan, sanki kendiyle konuşuyormuş gibi:
“Deniz burada başlıyor, şu kıyıda yüzmeye çalışanları anlamıyorum hiç.”
Bir şey söylemek istiyorum yalnızca evet, öyle sözcükleri çıkıyor ağzımdan. Sert bir duruşu var. Laf olsun diye burada mı yaşıyorsunuz diyorum. Beş altı saniye cevap vermeden kıyıya bakıyor yine.
“Yerlisiyim evet. Kulaç atmayı bilmeyen bile yüzer şu suda, akvaryum gibi dalga da yok bugün. Güneşin altına koyun gibi uzanıyorlar. Marsık gibi yanmaktan ne anlıyorlar bilmem.”
Yine tebessüm ediyorum. Kıyıya doğru eliyle gel gel işareti yapıyor. Görmezler sizi diyorum. Aldırmadan ellerini kaldırmaya devam ediyor. Ben orda hiç yokmuşum gibi konuşmaya başlıyor yine.
“Ne yatarsın kumun içine be adam, ne anlarsın kızgın kuma kendini gömmekten!”
“Eşiniz mi? “Diye soruyorum.
“Otuz beş yıldır evliyiz. Evlendiğim günden beri yatıyor. Hareket etmeden bir günü geçirir. Dokunma akşama kadar o kumun içinde yatar!”
Gülmemek için kendimi tutuyorum. Gözü kıyıda, bana bakmadan:
“Evli misin”?
Hayır, anlamında başımı sallıyorum. Evlenip de pişman olan diğer kadınlar gibi evlenme sakın nutuğu atacak şimdi derken gözlüklerini takmaya yelteniyor.
“Su çok güzel tadını çıkar, iki hafta sonra girilmez olur” deyip yavaşça uzaklaşıyor. Sırt üstü uzanıp gökyüzüne bakıyorum. Masmavi. Şimdi ne teknenin motoru ne de kadının kulaç sesleri duyuluyor. Bir müddet öylece durduktan sonra kıyıya yöneliyorum. Hafif bir rüzgâr başlıyor. Esintinin de etkisiyle kısa sürede kıyıya ulaşıyorum. Güzel zamanlama diyorum içimden. Dalgalar artmaya başlıyor. Kendimi, kıyafetlerimi bıraktığım şezlonga atıyorum. Plastik şezlong, güneşin de etkisiyle ısınmış. Oturmamla kalkmam bir oluyor. Havluyu yere sermeye çalışırken rüzgâr iyice hızlanıyor. Ayaklarımın dibine uçarak beyaz bir şapka geliyor. Nereden geldiğini anlamadığım bir erkek sesi:
“Hanım kız, sana zahmet şapkamı getirip başımın üstüne koyar mısın?”
Boynuna kadar kumlara gömülmüş, denizdeki kadının kocası olduğunu düşündüğüm yine ellili yaşlarında bir adam bu. Kumun içinde olmaktan oldukça memnun bir yüz ifadesiyle gülümsüyor:
“Kusura bakma, rüzgâr uçurdu, yarım saatten önce çıkınca hiçbir faydası olmuyor bu kumun.”
“Geçmiş olsun. Neyiniz var?”
Yine gülümsüyor:
“Aslında tanısı konmuş bir hastalığım falan yok. Kumun altında kendimi daha iyi hissediyorum. Denize girmeyi hiç sevmiyorum. Şu insanlar ucu bucağı görünmeyen, içinde ne olduğu bilinmez suya girmekten ne anlar bilmem. Sıcak kumun altı gibisi var mı ya. Benim hanım da bayılır denize. Açıldıkça açılır. Yahu gitme, başına bir iş gelir, kimse de görmez derim. Dinlemez beni. Ama çok iyi yüzücüdür ha. Benim diyen yüzücülere taş çıkartır.”
Adamın o neşeli ve kendiyle barışık tavırları hoşuma gidiyor. Kendisinin aksine, eşinin yüzme konusundaki marifetlerinden hiç rahatsız olmadığı hatta kadının yetenekleriyle gurur duyduğu rahat üslubundan ve neşeli tavırlarından belli oluyor. Karısından bahsederken gözleri parlıyor.
“Sabah erkenden gelir öğlene kadar çıkmaz sudan. Bana da gel der. Gitmem. Çok söylenir. Bu sabah da söylendi. Olsun, ne yapayım yani. O kendini orada güvende hissediyor. Bense kumun altında. Toprak adamıyım ben, denizler bana göre değil.”
Az önce denizde karısıyla karşılaştığımı söylemiyorum. Hiçbir şey söylemeden yalnızca gülümsüyorum. Belki de onu anlamadığımı düşünüyor. Adamın orda olduğunu unutup ufka doğru dalıyor gözlerim. Bir an başka şeyler geliyor gözümün önüne. Geçmişten görüntüler. Adamın sesiyle irkiliyorum.
“Neyse hanım kız, seni tutmayayım, sağ olasın.” dedikten sonra sıcak kumun içine boynunu iyice yerleştiriyor.
Oturduğum yerden kalkıp çantama uzanıyorum. Saat on iki olmuş. Güneş, iyice etkisini artırmadan eve gitsem iyi olur. Sabahki can sıkıntım azalıyor. Kıyıya gidip beyaz köpüklü dalgalarda terliğime ve ayağıma yapışmış kumları temizliyorum. Ayaklarıma bakınca aklıma kadının mavi boncuklu kırmızı ipli hal halı geliyor. Şimdi aklımda tek bir şey var. Mavi boncuklu bir hal hal almak. Gülümsüyorum.