Trabzon
Otobüs camından akıp giden arabalar, insanlar, gölgeler, ışıklar var dışarıda. Şehirler var. Bir iklimin yeşerttiği, soldurduğu, büyüttüğü, öldürdüğü şehirler var. Bir tarafı alabildiğine mavi, bir tarafı alabildiğine yeşil, simsiyah bir asfaltın ortadan ikiye böldüğü dizginsiz coğrafyanın yaşamaktan bıkmış, yaşamaya doyamamış, pişman, dertli, dertsiz, neşeli, neşesiz, kötü, iyi, saf, uyanık insanları var. Asfaltın bir tarafındaki mavilikle diğer tarafındaki yeşilliğin tam orta yerinde boğuluyormuş hissi yaşatan nemli hava, azılı bir düşman değil de ne? İnsan, bu boğulmuşluk hissiyle simsiyah maviliğin içinde kendini buluverir. Ya da dağlara, simsiyah, kopkoyu yeşilin bin bir çeşidini barındıran o dağlara vurur gövdesini de fark etmez. Delirir, bir güzel delirir. Denize bakar, ormana bakar, dağlara bakar da, güm güm vuran kalbinin ruhundan fırlayacakmış gibi atışını bir nebze susturabilirse işte burada, tam burada yaşamaya başlar.
Trabzon’dayız. Kent merkezinde, denize yakın bir yerde konumlanmış, altı kayalık bir tepenin üstüne Orta Çağ’da inşa edilmiş, kutsal bilgeliğe adanmış Sancta Sapientia Kilisesi’ne ya da bilinen adıyla Ayasofya’ya geldik. Çok önceleri kilisenin yerinde eski bir Roma Bazilikası varmış. Yerleşke bir mabet ve çan kulesinden oluşuyor. Kule, kilisenin batısında yer alıyor. İkisi yan yana yer almalarına rağmen farklı zamanlarda inşa edilmiş. Kilise dışarıdan oldukça heybetli görünüyor. Hem denize hem de Trabzon şehrine hâkim bir görüntü sergiliyor. 1964’te müzeye dönüştürülmüş. Günümüzde -2013’ten bu yana- cami olarak kullanılıyormuş. Bahçesinden geçiyoruz. Sağ kolda zakkum ağaçları, pembenin her tonu yediverenler, sapsarı kanarya gülleri bizi karşılıyor. Solumda kalan irili ufaklı palmiye ağaçları, buraya sayfiye yerlerine özgü bir hava katmış. Ne de olsa bir kıyı şehrindeyiz. Yakışır. Doğrusu seyre şayan bu görüntü, henüz mabedin içine girmeden beni etkilemeyi başardı. Rehber, kilisenin hemen girişindeki sundurmanın üstünde yer alan frizleri anlatmaya başlıyor. Onu dinlerken içeri girip fresklere bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Mabedin içindeyim. Yüksek bir tavan, tavanda renklerini çok iyi korumuş Hristiyan anlatılarından oluşan freskler var. Aman Allah’ım bu renkler, çizgiler… Hepsi de gerçek olamayacak kadar canlı.

Huser
Yollar bitmez bir çile gibi uzanır, uzanır, kıvrılır, kıvrılır sonra bir düzlük sonra bir tepe ve nihayet bir zirvede son bulur. Sonrası gökyüzüdür. Gökyüzünden fezaya ve oradan tekrar güm güm atan kalbine ve kalbini susturabilirsen kafanın içine sızan bir esintidir. Yol artık kafanın içindedir. Yol benliğindir. At atabilirsen. Atamazsın. Manzara baş döndürücüdür. O kıvrımlı yollar artık bir çizgi halinde uzanır. Bu eşi benzeri olmayan görüntü yağlı boya bir tabloda belli belirsiz fırça darbesi gibidir. O kopkoyu, simsiyah denize ne oldu? Burada hükmü yok artık. Buraya hükmeden arsız altınbaşaklar, kurtpençeleri, purçumalar, atmacalardır. Yaban çiçeklerinin vahşi rayihası, hayvansı bir iştahla içinin en kuytu köşelerine sızmıştır. Unut unutabilirsen. Unutamazsın.
Zirvenin en uç noktasından ufka doğru uzanan gri dağ sıralarının kuytusunda gizlenmiş kar öbekleri, beyaz hareler halinde parlar. Daha aşağılarda yeşil, biraz altındaysa yemyeşil karaçamlar vardır. Karaçam ormanını ikiye bölen kar ırmağı, iplik gibi akan bir su şelalesi halinde aşağılara uzanır. Sonra bir ton koyusu bir ton açığı derken yeşilin, sarhoş eden hava, bulutsuz semada güneşin okları hep bir ağızdan “hadi atla, hadi atla, atlasana” sesleri yankılanır. Bu ses ki zihninden fırlar, çıplak tepelere çarpıp çarpıp susturduğun kalbinden tekrar zihnine seker. İnsan o anı durdurmak, o anda kalmak ister. Milyon yıldır o tepede, o dağın zirvesinde öylece duran bir kaya parçası misali, her gün doğumdan her geceye şahitlik etmek, hiçbir şey yapmadan sis bulutundan bulut denizine, yağmura, kara ve yakıcı sıcağa katlanmak ister.

Manastır Sümela ya da Meryem Ana
Bir vadinin içinden sessizce ilerliyoruz. Gün akşama dönmek üzeredir. Karaçamların gölgesi vadiyi korkunç bir siyaha boyamış. Yükseklere çıktıkça araba yolu giderek daralıyor. Arabadan iniyoruz. Henüz gelmedik. Yolun kalan kısmı yaya devam edilecek. Hava oldukça ağır. Nefes aldırmıyor. Merdivenler bitiyor, bir patika başlıyor. Patika bitiyor tekrar merdivenlerdeyiz. Ve nihayet kayadan oyulmuş mabedin içindeyiz. Gözüme ilk çarpan, kayaya resmedilmiş fresklerdeki renk çeşitliliği oluyor. Maviler, griler, koyu bordolar fresklere hâkim renklerdir.
Besbelli ki bir esrime halinde çizilmiş. Doğu duvarının en üstünde yaradılış resmedilmiş. Tekvin’den sonra başında hale, ayakları çıplak İsa ve Gürcü Madonna formunda Meryem freskleri vardır. Frizlerdeki işçilik kusursuza yakın. En azından benim için öyle. Yüzümü batı tarafına dönüyorum. Manastırın uçurum tarafında rahiplerin odalarının bulunduğu yerleşke var. Odalardan birine giriyorum. İçeriyi aydınlatan doğal ışık olmasa oda aşırı kasvetli. Uçurum tarafı duvar ve pencerelerden oluşuyor. Pencereler sıkı sıkıya kilitlenmiş nitekim aşağısı uçurum… Pencereden dışarıya bakıyorum. Derin bir vadi, kapkara orman ve batmakta olan güneş huzurdan ziyade huzursuzluk hissiyle karışık yüreğime tatsız bir sıkıntı halinde çöreklendi. Bu his oradan gitmekle aşılacak gibi değil. Odadan uzaklaşıyorum. Fakat gözümün önüne inzivaya çekilmiş, gaşyolmuş rahipler geliyor. Kulağımda; kayalardan vadiye doğru parça parça yankılanan hüzünlü ilahiler uğulduyor. Bu sırlarla dolu tapınaktan uzaklaşmak istiyorum. Dönüş yoluna geçiyoruz.

Karagöl
Gözlerini kapat. Gözlerini aç. Şimdi yeşilin bir başka tonundasın. Ağaçların gökyüzüne fırsat vermediği bir hışım, yıkıcı öfkeyle renkler, suyun hafızasında yer etmiştir. Suyu çevreleyen orman, binbir çeşit ve renkleriyle yaban çiçekleri, gölü bir annenin yavrusunu sahiplenen ilkel güdüsüyle adeta korur. Sakallı kızılağaçlar, “Kimse gelmesin, kimse bilmesin!” der gibi bu el değmemiş gölün üstüne kapandıkça kapanır gölü gökyüzünden bile sakınır. Suya yansıyan renk gece gibi kopkoyu bir yeşildir. Ormanın içlerine ilerlemek ne mümkün! Eğrelti, kırk kilit, atkuyruğu ne varsa hepsi adeta anlaşmışçasına engel olur. Göle yaklaştıkça kımıl kımıl, koyu kestaneden gümüşe çalan pullarında renk oyunları Prusya sazanları vardır. Yüreğin yeterse dokun suya. Ve gördüğün ağaçlarında, ipekkuyruklar, huş, akbaba, Şah kartal gezen, ulu bir ormandır. Sev. Sevebilirsen.
Dönüş yolu. Kıvrıla kıvrıla çıktın. Kıvrıla kıvrıla geri dön şimdi. Sımsıcak bir rüzgâr yüzünü yalayıp geçsin. Saçlarından tenine, teninden kalbine, kalbinden zihnine akan şiddetli bir heyula içini yakıp kavursun. Yan, yandıkça imkânı olmayan ne varsa içine otursun. Yol artık kafanın içindedir. Ağaçların üzerine çığ düşmüş. Bu kıştan kalma bir enkazdır. Öylece kal. Kalamazsın.

Batum
Sıcak. Dağlardan indik. Çoruh gibi kıvrıla kıvrıla indik. Denizine kavuşan coşkun bir nehir gibi indik. Burası, gözün alabildiğine düz, dümdüz bir ova, bir bataklık şehirdir. Karadeniz’in kuzeyinde bir liman kentidir. Güneş tepededir. Sarhoş edici bir hava, kanlı canlı ne varsa önce ıslatıp sonra kurutup kavurmaya ant içmiş sıcak, dalga dalga bu sınır kentine bir derebeyi gibi hâkimiyet kurmaktadır. Sokaklar beton, beton, betondur. Beton biter, kapkara çakıllar başlar, çakıllar biter kapkara, sımsıcak bir deniz uzanır gider. Şehrin üzerine ince bir tabaka halinde çöken sis, tüm duyuları kör eder. Gerçeklikle bağlantı kopar. Burası artık bir masal diyarıdır. Şekerli, egzotik meyveler, şarabın her tonu, güneşin renkten renge boyadığı insanlar… Kaldırımlarda işçiler, dükkânlarda patronlar, marketlerinde kasiyer kızlar, oğlanlar, sokaklarda hiçbir yere yetişmeye çalışmayan aheste adımlarıyla basma etekli bir Gürcü kadını onun hemen önünde ufacık bir tabureye ilişip birasını yudumlayan, canından bezmiş, orta yaşlarında bir adam vardır. Sanki zaman, dağlardan, ormanlardan, geceden ve gündüzden geçip Batum’u görünce anlamsızlığını fark etmiş gibidir. Zaman bu şehirde adeta dinginleşir, yavaşlar, uslanır.
