Bunaltıcı bir sıcak tüm şehri ele geçirmiş gibi. Denizin üzerindeki puslu sis, haziran sıcağının da etkisiyle yapış yapış bir nem olarak caddelerin kaldırım taşlarına, asfalta yayılıyor. Günlerden cumartesi. Meydan hıncahınç insan kaynıyor. Beş on metre ileride, ellerinde ne anlama geldiğini bilmediği bayraklar ve üzerinde ne yazdığını seçemediği pankartlarla hep bir ağızdan bağıran insan kalabalığı var. Onların biraz gerisinde polis barikat kurmuş. Kalabalığın içine girmek istemediği için çevrelerinden dolanarak sahile varıyor.
Kenardaki ağaç gölgesinden yoksun banklarda oturan, denizi seyreden, martılara simit atan insanları garipseyerek ve biraz da küçümseyerek geçiyor.
“Bu sıcakta… Allah akıl fikir versin.”
Yoğun sıcaktan ve amaçsızca dolaşan insan kalabalığından sıyrılarak, serin ve gölge bir yere atmak istiyor kendini bir an önce.
“Bu şehir hep böyle sıcak mıydı?”
Aklına iskeledeki kitap kafe geliyor. Adımlarını daha da hızlandırıyor. Kafenin merdivenlerinden hızlıca çıkıp doğruca kasaya yöneliyor. Dışarıdaki sıcağa ve sırılsıklam terlemesine aldırmadan:
“Kahve, büyük boy olsun.”
Sıradan çıkıp elinde karton kahve bardağı, boş bulduğu masalardan birine atıyor kendini. Parmaklarını terden ıpıslak olmuş saçlarının arasında gezdiriyor. Oturunca gelen geçenlerin ellerinde tuttukları tepsilerdeki maden suyu, limonata gibi görüntüsü bile serinletmeye yetecek içeceklere takılıyor gözü. Sonra önünde dumanı tüten büyük boy kahve bardağına bakıyor.
“Bu sıcakta içecek başka bir şey bulamadın sanki”
Henüz çıkarmadığı maskesinin altından kimsenin duyamayacağı şekilde söyleniyor. Sonra kahveyi yavaş yavaş yudumlamaya başlıyor. Boynundan, ensesinden akan ter damlalarını cebinden çıkardığı mendille siliyor. Oturduğu yerin arkasında boyunu aşacak bir biçimde kalın suntalarla döşenmiş raflı bir kitaplık var. Rafın üzerinden boynunu uzatarak içeceklerin de olduğu kasaya bakmaya çalışıyor. Aklından geçeni yapmaktan vazgeçerek omzunu silkip deri koltuğa iyice yerleşiyor. Çocukluğu geliyor aklına. İnceden gülümsüyor.
Eskiden de böyleydim. Bir şeyi seviyorsam yazı kışı, oluru olmazı düşünmeden ona takılır aklım. Canım kahve içmek istedi. Cehennem sıcağında cehennem gibi sıcak bir kahve!
Yine de önündeki kahveye bakıp aptal gibi hissetmekten kendini alamıyor. Dört tarafı camekânla çevrili, iskeleyle birleşik bir kitap kafe burası. İçerideki alan kadar yine kitapçıya ait dışarıda açık bir alan daha var. Adamın gözü dışarıdaki masalarda. Yine kendini aptal gibi hissetmeye başlıyor. Kendi kendine bu sefer sesli bir şekilde söylenerek:
“Bu sıcakta –klima bile açık değilken üstelik- bilin bakalım kim içeride oturur?”
Fakat izlemeye değer bir manzara olmadığını düşünüp başını içeriye çeviriyor. Sonra cam kapıdan Haydarpaşa’ya, tarihi yarımadaya, oradan da Eminönü’ne bakıyor. İçinde bulunduğu ikilemin canını sıkmaya başladığını fark edip, maskesini ağzını, burnunu örtecek bir biçimde kapatıp kimsenin duyamayacağını düşündüğü bir fısıltıyla:
“Hem zaten sigara dumanı da var. Burası iyi.”
Boşları toplayan kafe görevlisi:
“Bir şey mi istediniz beyefendi?” diye soruyor. Birkaç saniye adamın ne dediğini anlamadan baktıktan sonra başını hayır anlamına gelecek şekilde sallayıp utanarak başka yöne çeviriyor.
Kahvesini bir yudumda bitirmek istiyor artık.
O bardak önünde dumanı tüterek durdukça canını sıkmaya aptallığını ona hissettirmeye devam etmemeli! Kahve içmeyi çok seviyor oysa. Kokusu, tadı, dumanı her şeyiyle bu içecek onu cezbediyor. Yazın, kışın, mevsimin, saatin bir önemi mi var? Seviyor işte! Kahve içmeyi çok seviyor.
Zihni yaşadığı tüm zıtlıkların etkisiyle çalkalanırken, oturduğu masasın çaprazından gelen neşeli kadın sesleri kulaklarında çınlıyor. Düşünceleri bir kenara bırakıp, dikkatini bu üçlü kadın grubuna yöneltiyor. Kendi yaşlarında olduğunu düşündüğü üç samimi arkadaş koyu bir sohbete dalmışlar. İstemsizce kadınların bulunduğu masadaki tepsilere bakıyor. Çini desenli fincanlarda birer Türk kahvesi ve minik bardaklarda su var hepsinin de önünde. Birer tane de maden suyu almışlar.
Belli ki onlar da kahvenin cazibesinden kendilerini alamamışlar bu sıcakta.
Sırtı ona dönük olanın eli altın rengi küpelerine gidiyor. Şimdi bütün dikkatini bu kadına veriyor. Kadın, arkadaşını dinlerken elini, sıcağın de etkisiyle terlemiş maden suyu şişesine götürüp duruyor. Kadın şişeye dokundukça camın dışındaki su damlacıkları, eline parmaklarına bulaşıyor. Bu durum onu iğrendiriyor. Terlemiş şişeden nefret ediyor. Ama bu, altın rengi küpeli kadının pek umurunda değil. Hatta şişenin teninde bıraktığı soğukluk hissinden keyif alıyor sanki. Yüzünde arkadaşlarının sohbetinden, kahvenin ağzında bıraktığı tattan, şişenin serinliğinden memnun bir ruh hali var. Sıradan, dingin, kendisinin aksine tedirginlikten bir hayli uzak. Sıcağı da, içmediği onlarca serinletici soğuk meşrubatı da dert ediyormuş gibi durmuyor üstelik. Onu izlemeye başladığı andan beri kadının neşesi hiç eksilmedi. İçindeki hoşnutsuzluk onu rahatsız ediyor. İğrenme duygusu yerini derin bir utanca bırakıyor.
Önündeki kahvenin son yudumunu da içip masadan kalkıyor. Gözü yine cam kapıda. Tarihi yarımadanın üzerindeki sis kalkmış. Denizin mavisi, güneşin ışıklarıyla birlikte dalga dalga beyaz köpüklere dönüşüyor. Kasaya gidiyor:
“Bir kahve, büyük boy, bir de su, dolaptan olsun.”
İskeleye yanaşmakta olan vapurun düdüğü duyuluyor. Bir elinde kahve, diğerinde dışı terlemiş su şişesiyle acele etmeden, yavaş adımlarla Eminönü vapuruna binmek için sıraya giriyor. Güneş tepesinden vurdukça başından inen ter damlaları gömleğinin yakasına damlıyor. Kahvenin sıcağı da cabası.
Ne yapayım yani! Canım kahve içmek istedi. Cehennem sıcağında cehennem gibi sıcak bir kahve!
İçinden geçenlere gülümsüyor. Yanında, sırada bekleyen ve elindeki gazeteyle serinlemeye çalışan kadının bakışlarında tanıdık bir ima görmüşçesine:
“Hem de bu sıcakta!” diyor.