Gün batıyordu. Sisli, basık ve sıcak bir hava vardı. Şehrin üstüne çöken bunaltıcı güz sıcağı, akşamın karanlığıyla beraber sabahın ilk ışıklarına kadar tepelerin ardına saklanmaya hazırlanıyordu. İnsanlar koşar adım yürüyor, otobüsler vızır vızır işliyordu. Her telden ve tipten insan, akşamın bu saatinde bir an önce evlerine gitmeye çalışıyordu. Hepsine uzun bakıyor, kiminin yürüyüşü, kiminin bakışı, kiminin konuşması onda tiksintiyle karışık bir hayret uyandırıyordu. Hepsi de sözde insandı. Etten kemikten, kandan yekvücut zayıf, çaresiz, nankör, inkârcı ve ikiyüzlüydüler. En çok da inkârcılıkları tiksindiriyordu onu. Ondaki bu tiksinme bir inancı inkârdan ziyade, onların kendi hayatlarına olan yadsımalarıydı. Hayata, hayale, hevese ve diğer insanlara, insanın gerçekliğine olan bu inkârcılıkları midesini bulandırıyordu. Bütün bunlar bir araya gelince inanca inkâr, son bir damla olmaktan öteye gidemezdi zaten. Söz konusu kişisel çıkarları olunca, varlıkları bir anlam tezahür ediyormuşçasına hırçın bir kedi nazarıyla, davranışları ötekileşmeye açık ve müsait bir duruma geliyordu.
O kadar mutsuzdu ki, mutsuzluk dile gelse ilk olarak onunla konuşurdu. Geçmeyen bir baş ağrısı gibi uzun süredir kafasının içinde hüküm süren bu tatsız duygudan bir türlü kurutulamıyordu. Sanki üzerine atılmış bir balıkçı ağının altında debelenip duruyordu. İçinden uzun uzun ağlamak geldi. Böyle anlarda canı hep sigara çekerdi. En yakın büfeden bir paket alası gelir sonra kendini bu fikirden vazgeçirirdi. Kriz anında sigara içen insanlara benzemek istemiyordu. -Zaten başına ne geliyorsa diğer insanlara benzememek çokbilmişliğinden geliyordu- Bildiği bir şey varsa o da sinirlerinin sigarayla yatışmayacak kadar gergin olduğuydu. Evden çıktı. Her gün aynı saatlerde sahile inerdi. Etrafına bakındı. Biraz ilerisinde her gün oturduğu bank vardı. Bank boştu. O tarafa doğru yöneldi. Onunla aynı anda tersi yönden genç bir çift de banka doğru geliyordu. Biraz hızlı davranırsa banka ilk oturan o olabilirdi. Fakat ne zaman buna benzer bir durum yaşasa, garip bir ikirciğe düşer sonra da vazgeçerdi. Böyle ufak tefek şeyler için mücadele etmek ona bayağı geliyordu. O banka, o çiftten önce otursa ne oturmasa ne yani! Neyse ki çift, bankın yanında öylece geçip gitti. İçinden bir oh çekip banka doğru yürüdü. Oturmaya hazırlanırken sağına soluna bakındı. Zihninden geçenleri birileri duymuş gibi etrafı yokladı. Biraz da utandı. Sus artık sus! Seni duymak istemiyorum…
Sol kasığına bir ağrı girdi. Aynı anda kafasının içinde bir ses yankılandı. Senin sonunu inatçılığın getirecek. Nilgün. Kahverengi gözleri irileşip, alnında iri bir kırışık halinde beliren öfkesi ona doğru dalga dalga gelirken o yalnızca Nilgün’ün dudaklarındaki alaylı gülüşe saplanıp kalırdı. İşte şimdi de o dudaklar belirdi hayalinde. Nilgün haklıydı. Bu bitmez tükenmez inadı sonunu getirecekti. Ondaki bu insanlığa karşı çoğalan öfke nöbetleri doğuştan gelen bir hastalık halinde ekseriyetle büyüyordu. Öfkesi önce yükseliyor sonra şehrin üstüne yavaş yavaş çöken bir yağmur bulutu gibi boşalıveriyor ve nihayetinde güzel olan ne varsa birbirine katıp, mahvediyordu. Fırtına başlıyor, bitmiyordu. İçinin yangını geçmiyordu. Ruhu alev alev yanarken bu öfkenin dinmesi mümkün değildi. Öfken seni diri tutuyor. Böyle söylemişti. Gözünün içine bakıp aynen böyle söylemiş, tek bir kirpiği bile oynamamıştı. Yalan değildi. Haksız değildi. Lakin ne onun haklılığı ne kendisinin gerçekliği işleri yoluna koymaya yetmiyordu. Gerçeklerle sık sık yüzleşir ve bu yüzleşmeden hep yüreği burkulmuş ayrılırdı. Ne önemi vardı. Gerçeklerle yüzleşmek mi inkârcı insanlarla başı sonu belli bir dünyada yaşamak mı? İnatçı bir dürüstlüğü vardı. Zor bir adamdı kabul ediyordu. Gerçeklerle yüzleşmeye karşı obur bir iştahı vardı. Fakat günün sonunda eline ne geçiyordu. Gerçekler acıtır ama hayal kırıklığı yaratmaz! Nilgün bunu biliyordu. Onu anlıyordu. Onun anlamadığı kendine zarar veren bu gerçekçilik hevesinin sonunun hep öfkeyle bitmesiydi. Ve bu öfke onda kalıcı hasarlar bırakıyordu. Nilgün ona acıyordu. O ise kendine acımıyordu. Zaten hiçbir zaman acıma duygusunu kendine yönlendirmemişti ki! İnsan kendine acır mı? İnsan olan kendine acırsa, bu yaşama nasıl katlanır? Eline ne geçecekti. Bütün bu sorulardan, öfke nöbetlerinden ve türlü mücadeleden sonra günün sonunda elinde kalan ne olacaktı? Bu sorulardan hiçbirine cevap verememişti.
-Oturabilir miyim?
Birden irkildi. Gözleri bir hayalin içinde kaybolmuşken ses onu kendine getirdi. Elinde boş bir kova ve olta takımıyla yarı beline kadar ıslanmış orta yaşlı bir adamdı bu. Biraz rahatsız olmuştu. Ama belli etmemeye çalışarak kısık bir sesle oturun dedi. Adam derin bir oh çekerek banka iyice yayıldı. Bir şey söylemek, konuşmak ister gibi bir hali vardı. Tam o sırada siyah beyaz renkli kabarık tüylü bir tekir, adamın ayaklarına sürtündü.
-Git hadi. Sana verecek balık yok bugün.
Sağına dönüp:
-Hoş dün de yoktu, ondan önceki gün de… Dedi.
Muhatabı bir şey demek istedi, diyemedi. Kedi o sırada, derdi balık ya da yemek değilmişçesine ikisinin ortasına atladı, oracıkta kıvrılıverdi. Balıkçı adam içten bir kahkaha patlatarak:
Ha bir de teselli veriyorsun diyerek kedinin başını okşamaya başladı. Artık, balıkçı adama bir şeyler söylemesi gerektiğini düşünerek döndü. Balıkçı zararsız birine benziyordu. En azından o böyle olduğuna kanaat getirdi. İnsanlara olan güvensizliği ve öfkesi her ne kadar terazinin ağır basan tarafı olsa da etrafında olan bitene tepkisiz kalmak huyu değildi. İsteksizce gülümsedi, balıkçıya dönerek:
-Bugün bu kedinin başını okşamaya gelmişsiniz belki de dedi.
Balıkçı, yanındaki adamın onunla konuştuğuna hem şaşırmış hem de sevinmiş bir eda ile:
-Öyle mi diyorsun?
-Ben öyle desem de demesem de görünen o. Kovanız da boş.
İster hoşlansınlar ister hoşlanmasınlar insanların yüzlerine gerçekleri söylerdi. Bunu bayılarak yapmazdı lakin o inatçı dürüstlüğü bunu gerektirirdi. Lakin bir balıkçıya kovan boş demekle ona küfür etmek arasında bir fark yoktu. Aslında insanların kendisinden ziyade davranış biçimlerini sevmiyordu. Bütün bu tiksintinin sebebi insanların fütursuz davranışları değil miydi? Yine de pişman oldu. Çenesini bazı zamanlarda en azından bazı insanlara tutması gerekirdi. Balıkçı alınmışa benzemiyordu pek. Sakince ona döndü:
-Şu merdivenlerin olduğu taraçayı görüyor musun? Duvarın tam altı.
-Evet, görüyorum.
-İşte bizim balıkçı efradı orada avlanmaya bayılır. Su orada biraz daha ılıktır. Sahile gelen insan kalabalığı orada yer içer. Simit artığı falan başka bir sürü yiyeceği kıyıya atarlar ya da orada daha çok birikir. Rüzgâr denizden sahile doğru eser çünkü.
Balıkçının bunları niçin anlattığını anlamıyordu. Detaya girerek gereksiz bir sürü laf kalabalığıyla onu meşgul etmesi can sıkıcı olmaya başladı. Ama el mahkûm dinliyordu, buradan kalkmak gibi bir niyeti de yoktu.
-İşte tam orada balık bol olur. Oltayı atmana bile gerek yok. Elinle uzansan balığı tutabilecek mesafededir. Kediler bile, bir pençe darbesiyle bu bolluktan her gün, kendilerine bir güzel ziyafet çeker. Orada avlanan hiçbir balıkçı eve boş kovayla dönmez.
Balık tutan adamın bunları anlatarak nereye varmak istediğini bir türlü anlamadı. Sonunda dayanamayıp:
– Siz yanlış yerde avlanıyorsunuz demek ki! Dedi.
Bir balıkçıya söylenmeyecek bir şey daha çıkıverdi ağzından. Etti mi iki. Olsun, gerçeklerden kimseye zarar gelmez. Balıkçı, banka iyice yaslanıp elini sakalına doğru götürdü, başını iki yana sallayıp güldü. İşaret parmağını üç yüz metre ilerdeki balıkçı topluluğuna uzatarak:
-Onlar da bana aynı şeyi söylüyor. Hem de her gün.
Balıkçının kendisiyle dalga geçtiğini düşünmeye başladı. Canı iyice sıkılmıştı. Tadı kaçmadan buradan kalksa iyi olurdu. İnsanların bu bomboş muhabbetlerine katlanacak biri değildi. Fakat o kalkmaya davranmadan balıkçı konuşmasına devam etti:
-Burada balık tutmaya çalışan tek balıkçı benim. Ve her gün bu boş kovanın yanında öylece bekleyen tek kedi de bu kedi. İstese tek pençe darbesiyle biraz ötede balık tutabilir. Yani demem o ki ayağına kadar gelmiş balığı yakalamak yerine benim onu sevmemi yeğleyen bir kedi bu. Derdi balık değil, biraz okşanmak işte.
Mevzu iyice saçma bir hale gelmişti.
-Onun derdi okşanmak, anladık. Ama sizin her gün bir kediyi okşamak için diğer balıkçıların yanına gitmiyor oluşunuza inanmamı beklemiyorsunuz herhâlde.
-Elbette başlarda her gün bu kediyi okşamak için gelmiyordum buraya. O bana zamanla burada avlanmaya devam etmem için sebep oldu yalnızca.
-O zaman ne için geliyorsunuz?
-Şu kedi bile okşanmak hevesinden karnını doyurmak için vazgeçmiyorsa ben niye balık avlamak hevesinden vazgeçeyim?
-Yanlış anladığımı sanmıyorum ama ileride daha bol balık olduğunu az evvel siz söylediniz.
-Evet, balık daha bol dedim. Lakin balığın zaten kendiliğinden tufaya geldiği, kedilerin bile tek pençe darbesiyle balık tutabildiği yerde balıkçı kendine avlanıyorum diyebilir mi?
-Diyemez mi?
-Diyemez. Balık tutmak sadece balık tutmak değildir. Yaşamak da öyle. Bir heves benimki bir hayal…
-Sizi anlamıyorum.
-Oysa beni en iyi siz anlarsınız.
Balıkçının ne demeye çalıştığını anlamadı.
-Nasıl yani?
-E her gün aynı saatlerde buraya gelip gün batımını izliyorsunuz.
Evet, hemen her gün buraya gelir. Tek başına bu banka oturur, içsel muhasebesini yapar ve çeker giderdi. Kendiyle konuşurken, düşüncelere dalmışken etrafına çok dikkat etmemişti. Lakin balıkçı, onun her gün buraya geldiğini fark etmişti. Bir an durup düşündü. İnsanlar kendisinin öfkelendiği kadar fütursuz, umursamaz değillerdi demek ki. En azından bazıları… Yine de bu neyi değiştirirdi ki? Balıkçıya dönerek:
-Buraya gelip her gün bu bankta oturuyorum. Fakat sizin, sahilin bu tarafında balık tutma ısrarınızla benim bankta oturup gün batımın izleme davranışım arasında nasıl bir benzerlik var anlamadım doğrusu?
-Ben balık tutma hevesimden, daha çok balık tutmak için vazgeçmiyorum. Tıpkı şu kedinin iştahını kabartan diri diri balıklardan başını okşatmak hevesiyle vazgeçmesine benziyor bu. Kovam boş dönüyorum eve. Ama tutkum olan balık tutmanın inceliklerine ihanet etmiyorum. Derdim kovamı doldurmak olsaydı, burada akşama kadar oyalanmazdım. Sizin de derdiniz ne ise burada bu bankta halletmeye çalışmıyor musunuz? Nihayetinde günün sonunda ikimiz de eve boş kova ile dönüyoruz.
Hiç bu açıdan düşünmemişti. Nilgün ona ne önemi var, eline ne geçiyor derken aslında kendisi de bu tuhaf balıkçı için aynı şeyleri düşünüyor hatta onun bu davranışını anlamsız buluyordu. Mesele kovayı doldurmak değildi. Hiçbir zaman küçük hesaplar peşinde olmamıştı. Keyfine bakmak, gününü gün etmek değildi derdi. Varsın diğerleri bunu anlamasınlar. Kovan boş desinler. O da tıpkı şu balıkçı adam gibi bir tutkunun, hayalin, hevesin peşinde olsun.
Balıkçı bir şey demeden olta takımını topladı. Kovasını da alıp ona döndü. Göz göze geldiler. Bu saatten sonra bir şey söylemeye gerek yoktu. Gerçekler söylenmese de apaçık oradaydılar. Nilgün’ün ona neden üzüldüğünü, acıdığını anlıyordu. Aceleye, telaşa kapılmaya gerek yoktu. Tatsız, nahoş gerçeklerden, inatçı dürüstlükten daha kıymetli bir şeyler olduğunu anlıyordu artık. Tutkularının, hayallerinin peşinden gitmek… İşte bu hepsine değerdi.