Çim biçme makinesinden gelen rahatsız edici sesle irkiliyorum. Büyük bir gürültü halinde doğuyor her şey. Arabaların, betonun, insanın sesi… Tüm dünyaya derin bir sessizlik hâkim olsa nasıl olurdu? Konuşmamaktan, sadece susmaktan söz etmiyorum elbette. İnsanların modern dünyasında, mekanikleşen seslerin yokluğu fena olmazdı. Zaten çoğu zaman konuşmanın da gerekliliğine inanmıyorum. Susarken geçen vaktin, konuşulurken geçen dakikalardan daha verimli olduğunu düşünürüm hep. Belki de kafamın içi epey gürültülü olduğundan sevmiyorum sesleri. Mesele esasen ses de değil. Sözcükler sanırım. Kelimeleri okumak, sindirerek, tadına vararak, lezzetini ruhumda duyarak okumak bana müthiş bir zevk veriyor. Fakat onları, bir ağzın içinde gevelenirken görmeye –evet somut gerçekliğiyle görmek- tahammül edemiyorum. O sözcükler, sese dönüştüklerinde sanki bütün büyüsü, manası yok oluyor. İnsanlarla iletişim halindeyken de böyle. Bakışlarla anlaşmak, gözlerle selamlaşmak, kırgınlığı, öfkeyi, sevinci hep gözlerle veyahut davranışlarla karşılamak… Bana bütünüyle dünyayı duyumsatan, sevdiren, katlanılır kılan bu işte! Yüksek sesten, bağırış çağırıştan, taşkınca sevinçten bu yüzden hoşlanmıyorum. Ağızdan çıkan her kelamın farklı bir boyutu, kendince bir gerçekliği de var. Ton farklılıkları, vurgular, kinayeler herkeste bambaşka bir ruh durumunun yansıması oluyor. Bu sözcükleri herkes kendine göre, işine geldiği gibi yorumluyor. Söylemek istediklerimle, anlaşılan arasındaki uçurum büyüdükçe, dünya daha yabancı, daha ıssız bir hale geliyor. En azından benim için öyle.
Bir şeyleri izlerken, dinlerken ya da gözlemlerken geçen zamanın yoğunluğunu uzunca bir süre hissediyorum. Bir yerde konuşma uzadıkça, harfler, heceler çoğaldıkça derin bir rahatsız olma hali beliriyor. Bu durum yalnızca manevi değil aynı zamanda tensel, maddi bir hoşnutsuzluk haline evriliyor. Bazı sözcüklere ne gerek vardı? Bazı konuşmalar, sohbetler gerçekten lüzumlu muydu? Sessizce otursak, birbirimizi izlesek, sussak evet yalnızca sussak…
Ben buradayım işte tüm maddi varlığımla, bomboş çenemle, sözcüklerimle, kimsenin umursamadığı hayat görüşümle tam olarak buradayım demenin vücut bulmuş hali konuşmak. Çoğunun davranışlarında gösteremediği ne varsa dilinde, sözcüklerinde sanki. Eylemsizlik hali, harekete dönüşemeyen idealler, gerçekleşmeyen hayaller hep bir sohbet konusudur. Konuşulur da konuşulur. Bir çeşit kendini rahatlatma, başarısızlığının gerekçelerini dayanaklandırarak, dinleyen tarafı ikna etme çabası. En çok da konuşma işini bir gösteriye çevirenler üzüyor beni. Ne acı. Hele dinleyen taraf her şeyin farkındaysa, acı da değil acınası.
Kelimelerin gücüne inanıyorum. Onların ruha verdiği lezzetin bambaşka olduğuna inanıyorum. Lakin sesler insanın ağzından dökülürken, bir parça parşömende, kara tahtada, sıvası dökülmüş bir duvarda durduğu kadar doğal değil. Mekanikleşen seslere bile bir yere kadar sabır gösterebilirken insanın dile verdiği tınıya tahammül edemeyişimiz bundan bence. Çok sevdiğim bir yazarın öyküsünü okurken aldığım zevki onunla sohbet ederken bulamayabilirim. Uzaktan izlediğim, arkadaş olmak istediğim biri için de geçerli bu durum. İnsanlar konuşmaya başladıklarında sözcüklere haksızlık ediyorlar gibi geliyor. Bir mumun yavaş yavaş eriyişini, bir kedinin mırıltısını, gerçekten bir şeyler söyleyen, ağlayan, üzülen, öfkelenen bir insanı, gerçek bir insanı dinleyebilsek. Bir şeyler söyleme gereği duymadan, sözcüklere saldırmadan, usulca…