Sabahtan bu yana küçük evinin daracık balkonunda oturan Aylin Hanım’ın gözü masanın üstündeki kahve fincanının desenlerine takılıp kalmıştı. Fincanın etrafını süsleyen gümüş rengi papatyalar, güneş ışığı vurdukça hüzmeleniyordu. Bir türlü kalkamadığı sandalyesinden istemeden doğrularak balkon demirlerine tutunup sokaktan gelen geçenlere göz gezdirdi. O sırada burnuna yeni pişmiş biber dolması kokusu geldi. Komşulardan biri akşam yemeğine hazırlık yapıyordu. Aklına sabahtan bu yana doğru düzgün bir şey yemediği geldi. Masanın üzerinde, arka arkaya içtiği, telvesi dışına taşmış kahve fincanları, dibinde hala bir miktar içilmemiş soğuk çay kalmış ince belli cam bardaklar ve yarım bırakılmış, kendi kendine yanıp sönen sigara izmaritleri vardı. Bu dağınıklığa yüzünü ekşitip, tiksintiyle baktı. Elinin tersiyle hepsini dağıtmak, yere dökmek istedi. Üzüntüsünü, çaresizliğini öfkesine katık edip tüm hıncını masanın üzerindeki nesnelerden çıkarmak istedi. Masanın üstündeki sigara paketinden bir dal daha çekip cebindeki çakmakla sigarasını yaktı. Sigaradan derin bir nefes çekti, kesif bir bıkkınlıkla üfledi. Aklına bir buçuk yıl önce, tam da bugünlerde planlayıp, yola çıktığı Gürcistan tatili geldi. Sahi niye çıkmıştı o tatile? Hatırlayamadı ya da hatırlamak istemedikleri ağır bastı.
Bir öfke patlaması sırasında, zihni oradan uzaklaşarak bir tatil anısına kaçmıştı. Şimdi çılgınca bir karar verip tatile çıkacak halde değildi. Bunun için fazlasıyla yorgundu. Ayrıca hesapta olmayan bir tatil için kenarda kıyıda tuttuğu parası da yoktu. Aslında bu onu biraz rahatlattı. Küçük bahaneler üreterek yapmak istediklerini ertelemeye bayılırdı. Rahmetli ablası bir tartışma sırasında böyle söylemiş, sonra pişman olup küçük kardeşinden özür dilemişti. Hiç kızmamıştı ablasına sitem dahi etmemişti. Çünkü ablası kendisi hakkındaki tüm tespitlerinde sonuna kadar haklıydı. Anılar tek tek beynine hücum ediyordu. Artık bunlarla baş edecek dermanı kalmamıştı. Henüz bitmemiş izmariti kül tablasında söndürdü. Masanın üstünden telefonunu alıp doğruca dış kapıya yöneldi. Kapının yanındaki askıdan kot ceketini alıp dışarıya çıktı. Merdivenleri ikişer üçer iniyordu. Apartman boşluğunun karanlığı, sanki anıların o yoğun dumanıyla kaplanmış, onu tüm şiddetiyle boğmaya, içine çekmeye çalışıyordu. Sokağa çıkar çıkmaz derin bir oh çekti. Nereye gideceğini bilmiyordu. Bildiği tek şey insanların içine karışmak arzusuydu. Sokakta kendi halinde yırtık bir topla paslaşan iki çocuk dışında kimsecikler görünmüyordu. Yarım saat önceki sokak hareketliliği öğlen sıcağından olsa gerek şimdi yoktu. Çocuklardan kısa boylu, tıknaz olana seslendi:
– Hey! Ben de oynayabilir miyim?
– Olmaz.
Doğrusu böyle bir cevap beklemiyordu. Çocuklardan biraz daha uzun boylu olanı bir şey söyleyecek gibi olduysa da sustu.
– Neden olmazmış?
– Olmaz, çünkü topumuz yırtık. Bize yeni bir top alırsan sen de oynayabilirsin.
Aklı yine anılara kaydı. Çocukken de böyleydi. Mahallenin çocukları onu oyuna almak istemezdi. Otuz beş yıl boyunca hiç mi bir şey değişmezdi.
Yarım bir gülümseyişle etrafına bakındı. Çocuğun koşulu gayet netti. Fakat etrafta top alabileceği bir dükkân ya da benzeri yoktu.
Geçmişten gelen çocuksu bir öfkeyle içinden okkalı bir küfür savurdu. “Sizin boktan oyununuza mı kaldım veletler.” dedi ve sokakta yürümeye başladı. Öfkesi az evvelki çocuklara değil çocukken onu oyuna almak istemeyen arkadaşlarınaydı aslında.
Bugün tersinden mi kalkmıştı yoksa her şey ters gitmeye yemin mi etmişti bilmiyordu. Yoğun bir açlık hissetti. Gözüne yolunun üstündeki zincir marketlerden biri çarptı. Kaldırımın orta yerinde öylece kalakaldı. Markete mi gitsem yoksa salı pazarına mı diye düşünüyordu. Akşam yemeğine ne hazırlayacağı konusunda epey kararsızdı. Bu kararsızlık adım atmasına hatta hareket etmesine bile engel oluyordu. Yüreğinde büyük bir ağırlık hissetti. Tam orada, kaldırımın orta yerinde, başını ellerinin arasına alıp yere çöksem ve orada öylece kalsam diye geçirdi içinden. Hem böylece tepesinden bedenine bir taş inmişçesine ağırlık veren bu habis duygudan da kurtulurdu. Başını hiç oynatmadan etrafına baktı. Ama yere çökmedi. Sorun, gerçekleştirmeyi planladığı eylemin çevresindeki insanların kafalarının içinde ansızın kendisiyle ilgili oluşturacağı olumsuz ve bir o kadar hoş olmayan izlenimlerden ziyade çok sevdiği bol paça, krem rengi pantolonun kirlenecek olması fikriydi. Pantolonun kirlenmesi de bir yana pantolonu temizlemek için uğraşacağı zaman, çaba ve diğer şeyler onu bu çökme eylemi düşüncesinden caydırmıştı. Yoksa insanların onun hakkında, o an ne düşündüğü bu durumda umursayacağı bir şey değildi. Eğer içinden bir şeyi gerçekten yapmak gelmişse başkaları ne der diye muhasebe ederek zaman kaybetmezdi. Çok defa insanlarla dolu ortamlarda salya sümük ağlamış, inandığı bir kavga için amansızca bağırıp çağırmıştı. Sevdiği sevmediği, saydığı saymadığı bir dolu insanın gözünün içine bakarak yalnız kalmak pahasına her defasında kitabın ortasından konuşmuşluğu çoktu. Neyse ki pantolonunu çok seviyordu. Rüzgârın sağa sola savurduğu saçlarını kulaklarının arkasına kıvırıp yoluna devam etti.
Bu akşam yemek pişirmeyecekti. Ablası haklıydı. Bahaneler hep ağır basıyordu. Canı, sabaha kadar sokaklarda yürümek istiyordu. Yürürken, hayatındaki tüm kararsızlıkları eteklerinden bir bir dökse, onlardan kurtulsa ne güzel olurdu. Bir daha hiçbir şey için seçim yapmak zorunda kalmasa… En berbat seçeneklerin arasından en az tatsız olanları seçerken hissettiği o kandırılmışlık hissinden kurtulamayacakmış gibiydi. Çaresizdi. Zaten bu aralar hep böyle değil miydi? İçinden bir güzel sövdü. Hızını alamadı, yalnızca kendisinin duyabileceği sesli bir küfür savurdu.
Yolu kontrol edip karşı tarafa geçti. Bu mahalleyi seviyordu. Evlerini, insanlarını, kedilerini hatta arabalarını bile seviyordu. Bu sokakta yürümek ona huzur veriyordu. Fakat bu sevgi kadar çıplak bir gerçek varsa o da; bütün bunlardan koşarak uzaklaşmak istemesiydi. Böyle düşündüğü için suçlu hissetmesi gerekirdi. Suçlu da hissetmiyordu. Akşam yemeği için hiçbir şey pişirmeyecek olması kadar olağandı bu. Yolun diğer tarafından yürümek kadar, yolu değiştirmek kadar… Zihninden düşünceler akıp geçtikçe yüzünün aldığı hal garipleşiyordu. Kaldırımın karşısından gelen insanlar dönüp dönüp ona bakıyormuş gibi hissetti. Halbuki insanlar ona dün nasıl bakıyorsa bugün de öyle bakıyorlardı. Bir ara sokağın başındaki manavın yanında çalışan cılız çocuğun ona selam verdiğini duyar gibi olduysa da dönüp bakmadı.
Kafasından bir ışık hızıyla gelip geçen düşünceler, hayaller, rüyalar, geçmiş zamandan belli belirsiz silik tasavvurlar, hepsi kocaman bir yumak halinde zihnine üşüşürken, neyin doğru neyin yanlış olduğunu hesap etmeye kalkmak düpedüz intihar olurdu. Yürürken, konuşurken, susarken her an her dakika ona ne yapıp ne yapmaması gerektiğini bağırıp duran bir kadını duymamaya, dinlememeye verdiği çabanın her seferinde boşa çıkıyormuş hissiyle mücadele etmek ona yetiyordu. Giderken, o bağıran kadını da susturup kaçacaktı. Aslında hayatı boyunca yegâne derdi tek kişi olabilmekti. Zaten seçimlerindeki kararsızlığın sebebi de buydu. Aslında bahaneler üretmiyordu. O yalnızca karar veremiyordu. Bu akşam ne yiyeceğine bir an önce karar vermek istiyordu. Yemek yemeyecekse de bu tamamen kendisinin seçimi olmalıydı. Yolun ortasına çöküp öylece kalakalmak için hiçbir sebep yoktu. Onu kararsızlığa iten ne varsa şimdi ondan kurtulmak için tam zamanıydı. Arkasına döndü. Sokağın başındaki manava doğru emin adımlarla ilerlemeye başladı.
Manavın çırağı, biçimsiz çocuk yüzünün ortasındaki kocaman ağzını açarak,
-“Hoş geldin abla.” dedi. “Taze çilekler geldi az önce. Vereyim mi?”
“Ver.” dedi. Ama önce şu patlıcandan tart bir kilo kadar. Akşama karnı yarık yapacağım.
İnsanı yoran iş değil.kararsiz düşüncelerdir dimi
“En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir.”
Geçmişin izleri, duvarda asılı hayali resimler gibi durur belleğimizde biz silip atmaya kalkışsak ta…