Pencereden gelen nemli, serin hava, örtünün dışında kalan yerlerini yalayıp geçti. Hafif bir ürpermeyle dizlerini karnına doğru çekip incecik pikenin altına sokuldu. Uykunun o en tatlı yerinde üşümekten garip bir haz duydu. Günlerden pazardı. Çocukluğundan beri pazar günlerini sevmezdi. Zihninde aşı boyalı köy lojmanı canlandı. Güneşli bir pazar günü isteksizce edilen kahvaltıdan sonra ev ahalisinin köşesine çekilmesiyle evde meydana gelen o sessiz, buruk, tatsız sıkıcılık şimdi bile canını sıkmaya yetiyordu. Yattığı yerde, gözlerini açmadan yüzünü ekşitti. Uykusu kaçtı. Zaten ayakları da buz gibi olmuştu. Fakat bugün yalnızca uyumak istiyordu. İçinden “En iyisi daha kalın bir örtü bulup yeniden uyumaya çalışmak” diye geçirdi. Oflaya puflaya yatağın bazasını kaldırdı. Baza çok ağırdı. Gözüne rengi sararmış, şeffaf bir kılıfın içindeki battaniye takıldı. Bir eliyle bazayı tutup diğer eliyle kılıfı çekiştirdi.
-Battaniye değil eşek ölüsü!
Eline kılıfın dışına çöreklenen tozlar yapıştı. Bu histen hiç hoşlanmazdı. Limon yedikten sonra gelen o tuhaf ürpermeye benzeyen titremeyle başını iki yana salladı. Tam o sırada baza gürültülü bir şekilde yerine oturdu. Kocası içeride televizyon izliyordu. Sesi duyunca televizyonun sesini kısarak:
-Hayatım… İyi misin? diye seslendi.
Nedense içinden bu soruya cevap vermek gelmedi. Zaten kocası da sorusunu bir daha tekrarlamadı.
-Büyük ihtimalle yanlış duyduğuna inandırmıştır kendini. Ölsem ruhu duymaz. Rahat herif.
Kılıfın dışını silmeden fermuarını açıp battaniyeyi çıkarmaya koyuldu. Elini atar atmaz yumuşacık, kalın, kürke benzeyen bir doku tenini okşadı. Battaniyeyi yatağın üstüne serdi. Bu; çift kişilik, battal boy hiç kullanılmamış birinci kalite bir battaniyeydi. Gri bir fon üzerinde, turkuaz şeritler arasında, yavruağzı renginin tüm canlığıyla göz kamaştıran yediverenler…Aman Allah’ım battaniye değil de yaşama sevinci adeta! Akranları kadınlar görse, “ne banal şeymiş bu, aman canım, çok demode mümkün değil evime sokmam” diyeceği cinsten hem de. Şu an bunların hiçbiri umurunda değildi. Üşüyordu ve bu battaniye ısıtmak için orada hazır ve nazır kendisini bekliyordu. Sabırsız bir edayla battaniyenin içine giriverdi. Soğuk kış günlerinde olduğu gibi nefesiyle ısınmaya çalışan küçük bir çocuk misali battaniyeyi kafasına kadar çekti. Battaniye o kadar kalındı ki nefesinin sıcaklığı kalın, kürkümsü tüylere değip yüzüne çarpıyordu. Yoğun, kesif bir bunalmışlık yüreğine oturdu. Uzun zamandır hiçbir şey istediği gibi gitmiyordu. Hafta sonu için bir plan yapmış, planı elinde olmayan sebeplerle son anda iptal olmuştu. O da ne yapacağını bilemez bir halde, tüm öfkesiyle yatağa atmıştı kendini. Hayat ona hep “bekle” demişti. Çocukluğundan beri zamanını beklemek, sabretmek karakteri haline gelmişti. Çocuksu ruhunu yıllar önce yitirmişti. İhtiyar bir kalbin, sevimsiz, ruhsuz bir beynin etten kemikten taşıyıcısı olmuştu. Bir başkası bu durumu abarttığını düşünebilir, onu ciddiye bile almayabilirdi fakat hissettikleri tam olarak buydu. Mesela; üstünde olağanca haşmetiyle duran bu battaniyeyle ısınmak için bile tam 20 yıl beklemişti.
Battaniyeyi kafasından göğsüne çekti. İptal olan planını bir anlığına tamamen unutup gözlerini odanın tavanına dikerek on yaşına, yani bundan yirmi yıl öncesine gitti. Yine böyle bir pazar günüydü. Ocak mı şubat mı hangi ay olduğunu hatırlayamadığı bir zaman dilimiydi. Ama şundan emindi hava ayazdı ve buz gibiydi. Üzerinde annesinin ona ördüğü cırtlak, koyu kırmızı yün bir ceket ve ayağında hep bir numara büyük alınan kışlık, deri botu vardı. Isınmak için ellerini birbirine sürtüyor, kuru havanın da etkisiyle kızaran, soyulan burnunu elinde buruşturduğu mendiline silmeye çalışıyordu. Her şey sanki az önce yaşanmışçasına canlıydı. Kaldıkları kasabanın bağlı olduğu ilçede her hafta pazar kurulurdu. İki hafta da bir ailecek bu pazara gidilir, meyve sebze, balık alınır, pazar alanı bir iki kere turlanır, tanıdık eşe dosta mütevazı selamlar verildikten sonra arabaya binilir ve eve dönülürdü. Bu pazarı diğerlerinden ayıran bir detay vardı. Pazarın bir köşesinde meyveden sebzeden, farklı, özellikle de kadın müşterilerin ilgisini cezbeden bir şeyler dönüyordu.
-Arabistan, Arabistan, gel gel yumuşacık, samur kürkü gibi gel gel battaniyeye gel!
Olağandışı bir şeyler olduğu kesindi. Diğer kadınlar gibi annesi de o tarafa yöneldi. Biraz yaklaştılar. Ağzı laf yapan usta pazarcı renk renk, desen desen, capcanlı battaniyelerini ballandıra ballandıra, öve öve bitiremiyordu. Neymiş efendim böylesi ancak Avrupa’da olurmuş, neymiş bunu alanın, evinde soba yakmasına bile gerek kalmazmış falan filan. Avrupa falan diyordu ama adı Arabistan battaniyesiydi. Hikmetinden sual olunmaz kimse de niye Arabistan battaniyesi olduğunu düşünmüyordu herhalde. Büyülenmişçesine satıcıya ve övdüğü battaniyelerine kitlenen kadınlar çifter çifter bu battaniyelerden alıyordu. Annesi, babasına dönerek:
-Geçen gün Hülyalarda gördüm. O da almış, çok beğenmiş. Bizim de ihtiyacımız var aslında. Alalım mı ne dersin?
Babası bu kadın kalabalığının içinde bunalmış olacak ki,
-“Al hadi al.” dedi.
Annesi, bu renk renk, desen desen battaniyeler arasından kıpkırmızı, güllü dallı çift kişilik bir battaniyeyi gözüne kestirmişti. Kadın kalabalığının arasından sıyrılarak, satıcı adama talip olduğu battaniyeyi işaret edip, indirtti. Annesi parayı uzatıp battaniyeyi sımsıkı tutup kalabalığın içinden sevinçli gözlerle babasına doğru yol aldı.
Ona öyle geliyordu ki arabadaki herkes, eve varıp bir an önce battaniyeyi paketinden çıkarıp incelemek için sabırsızlanıyordu. Eve geldiklerinde, annesinin kılıfı çıkarıp yepyeni, gıcır gıcır battaniyeyi yatağın üstüne sermesini hayran hayran izledi. Sonra pazardan beri, deli gibi merak ettiği battaniyenin altına girip, sarılıverdi. Bu da nesi? Çocuk aklının getirdiği mübalağadan olsa gerek, battaniye gerçek olamayacak kadar yumuşaktı. Göz bebekleri büyüdü, uzun ve derin bir nefes alıp:
-Anne bu çok güzel. Ne olur bugün sizinle uyuyayım. Lütfen.
O gün annesiyle koyun koyuna, Arabistan battaniyesinin altında uyudu. Gece rüyasında kutuplarda, kar deryası bir tundrada battaniyesinin altında tüm tehlikelerden, kardan, soğuktan, yırtıcı hayvanlardan azade bir maceraperest olduğunu gördü. Sabah uyandığında annesi çoktan kalkmıştı. Battaniyenin içinden çıkmak istemedi. Bir süre daha bu anın tadını çıkardıktan sonra kalkıp mutfağa, annesinin yanına gitti. Annesi gülümseyerek,
-Çıkasın gelmedi yataktan ha. İyi uyudun mu?
– Çok iyi uyudum. Sıcacıktı.
Ama içi biraz buruktu. Çünkü battaniye onun değildi. Bir geceye mahsus annesiyle uyumuştu fakat sonraki gece yatağında yatacaktı. Bu duruma biraz canı sıkıldı. Annesi sanki içini okumuşçasına;
-Sana da alalım mı bu battaniyeden?
-Alalım alalım.
-O zaman harçlığından biraz para biriktir. Üstüne biraz da ben koyarım alırız.
Bu duruma biraz bozuldu. İşler düşündüğü gibi gitmemişti. Annesi battaniye almak için şart koşmuştu. Oysa o hemen bu hafta sonu pazara gidip bir tane de kendisine alınacağını hayal etmişti. Kim bilir battaniyeyi alabilmek için kaç hafta beklemesi gerekecekti. Ya Arabistan battaniyecisi başka pazarlara gitmek isterse? Düşüncesi bile felaketti. Bu fikri zihninden hemen uzaklaştırdı. Şimdi bir hedefi vardı. O hedefe odaklanmalıydı.
Günler, haftaları, haftalar diğer haftaları kovaladı. Battaniye için gereken asgari para miktarını biriktirmişti. Bu süre zarfında neredeyse her hafta pazara gitmişlerdi. Ve o pazara adım atmaz soluğu battaniyecinin yanında alıyordu. Ve pazardan ayrılmaya yakın yüreğini bir hüzün kaplıyordu. Ya battaniyeci haftaya başka pazarlara giderse…
Sonunda o gün gelmişti. Pazardaydılar ve battaniyeci hiçbir yere gitmemişti. Annesinin elinden tutarak o tarafa doğru yöneldiler. Kalbi göğsünden fırlayacak gibi atıyordu. Yaklaştıkça bayılacak gibi oluyordu. Sanki şimdi bir şey olacak da battaniyesini alamayacaktı. Annesi satıcıyla pazarlığa girişmişti bile.
– Çocuk harçlığını biriktirdi, e yap sen de bir şeyler artık.
-Abla zaten bana gelişi bu hiç mi kâr etmeyelim, sen de!
-Bu çocuktan da kâr etme canım sen de.
Pazarlık uzadıkça ağzı yüreğine geliyordu. Dünya etrafında dönüyor, midesi bulanıyordu. Sonunda uzun uğraşlar ve pazarlık sonucu satıcı ikna oldu. Üç aşağı beş yukarı battaniyeyi istedikleri fiyata aldılar. Doğrusu annesi sıkı pazarlık etmişti. Gri fonda, turkuaz şeritli, yavruağzı yediverenlerle işlemeli Arabistan battaniyesi… Artık onundu. O gece büsbütün mutlu, derin hülyalar içinde battal boy battaniyesine sarılarak uyudu. Küçücük, çocuk bedeni bu kalın, kürkümsü yaygının altında kaybolmuştu. Ancak bu mutluluk çok uzun sürmedi. Annesi bir gece daha uyumadan battaniyesini dürüp, kılıfına kaldırmıştı. Çok öfkeliydi. Ne yani, bunun için miydi onca hafta beklemesi?
O gece evde bir gürültüdür koptu.
-Ben battaniyemle uyumak istiyorum.
-Uyudun işte dün gece, yeter.
-Bana ne, niye kaldırdın ki?
-Kızım, çift kişilik kocaman battaniyeyi ne yapacaksın. Zaten yorganın var. Bunu da eskitme. Battaniye senin battaniyen tamam ama şimdi kaldıralım.
Annesiyle süren uzun ağız dalaşından mağlup ayrılmıştı. Annesi battaniyeyi çeyizine saklamak istiyordu. Fakat o çok öfkelenmişti. Kandırılmış gibi hissediyordu. O gece gözleri şişine kadar ağladı. Sabah uyandığında yorgun ve üzgün hissediyordu. Annesi battaniyeyi yatak odasındaki gardırobun üstüne koymuştu. Şimdi battaniye orada, o dolabın üstünde ulaşılması güç bir hayal, eski bir dost gibi duruyordu. “Battaniye” konusu arada evin gündemine girer sonra annesinin “ileride kullanırsın” geçiştirmeleriyle kapanırdı. Arabistan battaniyesi kalbinde bir yaraydı artık. Zamanla orada, evin en ulaşılmaz noktasında öylece ona bakan, eski, ikonik bir nesne halini aldı. Bir daha battaniyem diye tutturmadı, unutmadı ama kalbine gömdü.
Hafızasında yer eden bu battaniye anısı yıllar sonra bir pazar günü nasıl da canlı bir hayal oluverdi…
Hayaller alemine daldığı sırada kapıdan içeri kocası girdi.
-Uyumadın mı sen?
-Dalıp dalıp geri uyanıyorum. Uyuyamadım.
İçinden, “Herhâlde battaniyeyi henüz fark etmedi” diye geçirdiği sırada:
-Oo battaniye yeni mi?
-Yok, yeni değil.
-İlk defa gördüm. Kalınmış, beğendim.
Ağız dolusu güldü.
-Arabistan battaniyesi de ondan. Kocası ne dediğini anlamamıştı.
-Ne battaniyesi ne?
-Arabistan canım, Arabistan battaniyesi.
-Adı niye öyleymiş?
-Boş ver uzun hikâye.
Kocası hala meraklı gözlerle ona bakıyordu. Dayanamadı. Tüm hikâyeyi başından sonuna kadar anlattı.
-İşte böyle.
Kocası, bir hayalden uyanırcasına battaniyenin sağ köşesinden tutup, italik yazıyla belli belirsiz yazılmış “eskimo” yazısını ona doğru kaldırıp:
“Arabistan olmadığı belliydi” diyerek bir kahkaha patlattı.
O güne kadar bu yazıyı görmemiş olmasına mı yoksa Eskimo ve Arabistan arasındaki zıtlığa mı hangisine şaşıracağını bilemez bir halde tuhaf tuhaf battaniyeye bakıyordu. En sonunda kendi de dayanamayıp koyverdi. Karı koca battaniyenin başında gülme krizine girmişlerdi. Karnı ağrıyana, ağzı yorulana kadar güldü. Yıllarca, çocukluğunda, ilk gençliğinde yarım kalan ne varsa hepsi bu battaniyede vücut bulmuştu sanki. Gerçekleşmeyen her hayal, yarım kalmış heves, bir buruk sevinç gibi battaniyeye sinmişti. Şimdi pazar gününün kesif sıkıcılığı büsbütün dağılıverdi. Tıpkı battaniyenin üzerindeki yediverenler gibi her yerde çiçekler açtı. Bugün için yaptığı planın gerçekleşmeyişi, her şey için fazlaca bekleyişi o kadar da yürek acıtıcı, heves kırıcı gelmemeye başladı. Hayat neydi ki sonuçta, güllü dallı bir battaniyenin altında rüyalar gördüren bir uykudan başka…