O kıvrımlı yokuştan ilk geçişi değil. Tıpkı yaya inilen bir yokuşta, bedenin hızını kesmeye çalışırken bükülen ayak parmakları gibi arabayı zapt etmeye uğraşırken harcadığı enerji onu yoruyor. Otuz sekiz derece sıcağın altında eriyen, asfalta sürtünürken yanan tekerden çıkan koku, onu biraz korkutuyor. Yolun sonu uçurum. Uçurumun üç beş metre altında alabildiğine mavi deniz var. Kopkoyu, derin bir mavilik halinde uzanıyor. Ağustos böceklerinin dinmeyen uğultusu, baş döndüren çam sakızı kokusu eşliğinde, kızılçam ormanının içlerine doğru yayılıyor, yayılıyor sonra yine bir uğultu halinde kayboluyor. İki eliyle direksiyonu kavramışken, kafasında babasının sesi çınlıyor: Bu kadar yapışmana gerek yok şuna, önüne bak yeter! Gülümsüyor. Tam bu sırada yolun karşısından gelen hafriyat kamyonun homurtusuyla irkiliyor. Kara yolunun altından geçen dağ yolunu genişletip tünel açacaklar buraya. Manzarayı bozan şantiye görüntüsü, kamyonlardan çıkan toz bulutu canını sıkıyor. Yıllardır açamadılar şu tüneli! Hoş tünellerden geçmeyi oldum olası sevmez. Gökyüzünü göremediği hiçbir yeri sevmez. Evlerden de bu yüzden nefret etmiyor mu zaten? Betondan, kaldırımlardan, kentlerden tiksiniyor. İçindeki vahşiliği dizginleyen, duygularını saklarken kaybettiği ne varsa bu yollarda bulmadı mı? Büyük kentlerin, şehirli kalabalığın ondan aldıklarının tersine, yollar fazlasıyla cömertti. Yolu, yolda olmayı seviyor. Bir yandan söylenirken bir yandan da öğlen güneşi yüzünün yarısını aydınlatıyor. Teninde beliren güneşin parlak ışıkları öfkesiyle birleşince insan üstü bir güce ulaşıyor. Dikiz aynasından kendine kaçamak bir bakış atıyor. Şimdi yol önünde kırmızı bir halı gibi uzanıyor sanki.
Sağ eliyle radyoyu yokluyor. Tekdüze bir cızırtıdan başka bir şey yok. Dağ ve açık denizin birleştiği bu noktada medeniyete dair bir iz bulmak zor. Karıştırmaya devam ediyor. Anlayamadığı bir dilde mırıldanan bir ses buluyor. Tok, kalın ama içli kadın sesine eşlik eden bir buzuki tıngırtısıyla, belli belirsiz şarkı çalıyor radyoda. Sesi biraz daha açıyor. Yabancı lakin bir yandan da tanıdık Yunan ezgileri doluyor arabanın içine. Karadan 250 km açıkta Kıbrıs olduğunu hatırlıyor birden. Kıbrıs radyosu bu. Ses tekrar kayboluyor. Yolcuğun bitmesine daha çok var. Biraz ileride Güneylilerin hayma dediği, ağaç dallarından, yaban mersini çalısından derilmiş gölgeliğin altında, bir şeyler satan yaşlı bir kadın ilişiyor gözüne. Ayağını gazdan çekip direksiyonu yolun karşısına doğru kırıyor. Tezgâhın hemen önünde duruyor. Şapkasını takıp iniyor arabadan. Gözü önce kadına sonra tezgâhtaki incirlere kayıyor. Sıcaktan yarılmış, balı kenarlarına doğru akmış olgun mor, beyaz incirler iştahını kabartıyor. İncirlerin hemen yanında, her biri parmak kalınlığında, altın sarısı üzümler de var. Satıcı kadın ayağa kalkıyor.
-Daha bu sabah topladım hepsini, tazecikler.
Gülümseyerek satıcı kadına bakıyor. Sırf sormuş olmak için soruyor:
-Kaça veriyorsun?
-İncir 15, üzüm 10…
-Bunlar arabada ezilir, sıcaktan bozulur teyzem. Bana yiyeceğim kadar tartsan da burada yesem olur mu?
-Olur, kızım, olmaz mı hiç. Hadi gel bu tarafa soğuk su da var. Elini yüzünü de yıkarsın hem.
Tezgâhın arkasında tahtadan çakılmış, üstü minderli bir kerevetin üstüne oturuyor. Satıcı kadın bir salkım üzüm, beş altı tane de inciri arka arkaya tartıyor. İncirleri bir tabağa koyup, üzümü yıkamak için davrandığı sırada:
-Dur teyze, ver ben yıkayayım, sen zahmet etme.
-Ne zahmeti. Zaten çok kirli değil. Sıcağı gitsin diye yıkıyorum.
Satıcı kadın altmış beş, yetmiş yaşlarında bir ihtiyar. Ama hala dimdik yürüyor. Başına bembeyaz, ucu boncuk işlemeli bir örtü iliştirmiş. Örtünün ucundaki boncuklar yeşil. Kadın örtüsünü aynı büyük annesi gibi bağlamış. Anneannesi öldüğünde onun yazma sandığından, aynı satıcı kadının örtüsüne benzeyen beyaz, yeşil boncuklu bir yazma vermişti annesi ona. Anneannesinden hatıra kalsın diye. O günü hatırlıyor şimdi. Cenazeye giderken annesinin gözleri ağlamaktan şişmişti. O da ağlamıştı. Ama büyükannesi öldüğü için değil, annesinin o çaresiz hali yüreğine dokunduğundan sessizce gözyaşı dökmüştü. Üzerinden tam on iki yıl geçmiş. Düşüncelere daldığı sırada kadının sesiyle irkiliyor.
-Nereye gidiyorsun böyle tek başına?
– …
Kadının sorusunu cevapsız bırakıyor. Verecek bir cevabı yok. Başka zaman olsa bu tek başına sözüne bozulur, öfkelenir fakat bu defa kızmıyor.
Satıcı kadın tekrar konuşuyor:
– Zordur bu yollar. Çok kaza olur, bir de ıssız… Bir iş gelse başına kimse görmez ya ondan sorduydum.
Yine gülümsüyor.
-Haklısın teyze.
İncirlerden bir tanesini ikiye ayırıp ağzına atıyor. Şeker gibi tatlı. Çekirdekleri dişleriyle iyice eziyor. Damağında, çocukluğunda yediği o incirlerin tadı…
-Güzelmiş.
-Bu sene incir de üzüm de bal gibi. Sıcak bunlara yaradı.
Satıcı kadın utanarak gülüyor. Anadolu kadınına has, ağzını eliyle kapatarak gülme alışkanlığı onda da var. Sanki gülmek ayıp, kötü bir şeymiş gibi… Yüzünde yılların kattığı yorgun, hüzünlü bir ifade, gözlerinin altı çizgi çizgi… Elleri bağda bahçede çalışmaktan irileşmiş, kaba bir hal almış. Ama gülümsemesinde hiçbir eğretilik yok. Tıpkı tezgâhındaki incirler, üzümler kadar doğal. Bahçesinden topladığı meyvelerin övülmesi onu gururlandırıyor.
Israrla tekrar soruyor:
-Nereye gidiyorsun böyle?
Bu sefer gözlerini kaçıramıyor kadından. Ne diyeceğini bilemiyor:
-Memlekete, ailemin yanına…
Midesi yanıyor. Ne zaman yalan söylemek zorunda kalsa böyle olur. İçinde tuhaf, açıklanamaz bir rahatsızlık hissediyor. Satıcı kadın yalan söylediğini anlamasın diye üzümlerden atıyor ağzına birkaç tane. Ne demeliydi. İnsanlardan, şehirlerden, en çok da kendimden kaçıyorum dese anlar mıydı onu? Nereye gittiğimi ben de bilmiyorum dese ne düşünürdü tek derdi sadece bahçesinden topladığı meyveleri satmak olan bu kadın? Satıcı kadını küçümsediğinden, cahil bulduğundan falan değil utandığından dile getiremiyor içinden geçenleri. Çünkü karşına bu kadın değil de bambaşka biri çıkıp nereye gidiyorsun dese ona da verecek bir cevabı yok. Henüz kendi bile aklından, yüreğinden geçenleri idrak etmekte bu denli zorlanıyorken başka birine bunları izah edemez.
-İyi, akşama varırsın. Çok oyalanma sen yine de geceye kalma. Buralar çok ıssız.
-Dinlendim, suyundan içtim. Meyvelerin de çok güzeldi. Hızlı giderim artık.
-Afiyet olsun.
Gitmek istemiyor. Burada, satıcı kadının yanında kalmak, onunla bahçede meyve toplamak, terlemek, yorulunca uyumak sonra tekrar bahçeye inmek gün boyu yorulmak istiyor. Ne olurdu hayatını bu kadın kadar basit yaşayabilseydi. Kentleri, kalabalıkları tanımasaydı; kitapları, ona öğretilenleri hiç bilmeseydi de fark eden bir şey olmazdı. Burada şu yolun hemen altında birkaç incir, üç beş zeytin ağacı yanında derme çatma bir evin içinde doğmuş olsaydı, bu yolun ne ilerisine ne de gerisine adım atma gereği duymadan, tıpkı bu satıcı kadın gibi sadece karnını doyurmaya uğraşsaydı daha mutlu olurdu. Bundan adı gibi emindi. Gülümsemeleri daha içten, sözleri daha doğru olurdu. Yalansız, acısız, saf… Sonra tekrar tekrar gözünün önüne getirdi her şeyi. Hayır, ben yine ben olurdum. Nereye gidersem gideyim benliğim benimle gelirdi. Aklımdakileri, ruhumdakileri öyle kolayca söküp atabilsem…
Satıcı kadına yediği meyvelerin parasını uzatıp, hiçbir şey söylemeden, arabaya yöneliyor. Anahtarı çevirip arabayı çalıştırıyor. Bir an önce oradan uzaklaşmak, tekrar yola koyulmak arzusuyla dolu… Yine de son kez aynadan kadına son bir bakış atmadan duramıyor…