Üzerine mavi akrilik boyayla, ünlü bir romandan birkaç cümle işlenmiş, bembeyaz porselen fincan elinden kayıverdi. Fincan, tezgâhta yuvarlanıp mutfak lavabosuna düştü. Köşesinden bir parça kırılmıştı. En sevdiği fincan takımı bozuldu diye biraz canı sıkıldı. Kırılmış fincana bakarken aklına, çocukken evde çay bardağını ya da porselen bir tabağı kazara kırdığında -kulakları çınlasın- annesinin nasıl öfkelendiği geldi. Buruk bir şekilde gülümsedi. Gülümserken canı yandı. Elinde kırık dökük porselen fincan, zihninde çocukluğuna ait bölük pörçük anılarla, kalakaldı mutfağın orta yerinde. Fincanı öylece çöpe atmaya eli gitmedi. Elindeki fincanı ne yapacağını düşünürken kapının ziliyle irkildi. Gözü duvardaki saate kaydı.
– “Eyvah!” Geldi bile.
Saat on buçuk gibi Canan gelecekti. Fakat saat, henüz dokuzdu. Bu kadar erken geleceğini tahmin etmedi. Henüz, hiçbir hazırlık yapmamıştı. Üstü başı da yataktan çıktığı gibiydi. Bu duruma biraz canı sıkıldı. İşler, büyük ya da küçük fark etmez, planladığı gibi gitmediğinde telaşa kapılırdı. Üstelik bu sefer biraz öfkelenmişti de. Elindeki fincanı tezgâha bırakmadan kapıya yöneldi. Her zamanki gibi önce kapı deliğinden baktı. Gelen Canandı. Kapıyı açtı, gönülsüzce gülümsedi.
-Günaydın.
Cananla, birkaç ay önce can sıkıntısından başladığı fotoğrafçılık kursunda tanışmıştı. Deli dolu, neşeli biraz da geveze bir kadındı Canan. Ama hemen ısınmıştı ona. O, şimdiye kadar tanıdığı diğer kadınlardan farklıydı. Küçücük dünyasında kocaman hayalleri olan, yaşamın karşısına çıkardığı zorluklardan yılmamış bambaşka bir insandı. Doğup büyüdüğü bu şehirden hiç ayrılmamıştı.
Kendisi ise işi gereği yıllarca yurt dışında yaşamış, farklı ülkeleri gezip görmüş, değişik insanlar tanımış sonra bir şekilde yolu Anadolu’nun taşra denemeyecek kadar büyük bir şehrine yani memleketine düşmüştü. Burada ne yapacağını bilemez bir halde günler haftaları, haftalar ayları kovalarken bu kursa gidip gelmeye başlamış ve Canan’la yolları kesişmişti.
Tanışalı henüz üç ay olsa da samimiyeti ilerletmişlerdi. Canan, ilk defa evine geliyordu. Bugüne kadar kurs binasına yakın olduğu için ya Canan’ın evinde ya da dışarıda görüşmüşlerdi. Geçen hafta laf arasında, çarşamba günü bana kahvaltıya gelsene, demişti. Canan bu teklifi büyük bir istekle kabul etmişti. İşte şimdi kapıdaydı ve elbette onun için bu kadar erken gelmesi dışında bir sorun yoktu.
– Günaydın canım. Hoş geldin, geç hadi.
– Ayy hoş buldum. Aa o elindeki ne?
– Sorma ya, en sevdiğim fincanlarımdan biri. Bulaşık makinesini boşaltırken elimden kayıp, kırıldı. Çöpe atacağım sanırım. Takım da bozuldu zaten.
– Takımı falan boş ver canım. Artık farklı farklı kullanıyor insanlar ama onu çöpe atmamalısın.
– Neden çöpe atmayacakmışım ki? Artık bir işe yarayacak gibi durmuyor.
-Belki de bir işe yarar. Yapıştırıcın var mı sen bana onu söyle?
– Arka odadaki kutulardan birinde vardır büyük ihtimalle ama sıcak su değince yapıştırıcının bir işe yarayacağını sanmam.
– “İçine sıcak su koymayız biz de!” dedi Canan kendinden gayet emin bir şekilde gülümseyerek.
Canan’ın ne yapmaya çalıştığını anlamamıştı. Bir kahve fincanı, kahve içmek dışında ne işe yarardı sanki. Porseleni yapıştırsa bile sağlıklı bir şekilde işlevini yerine getiremeyeceği apaçık ortadaydı.
-Yine daldın gittin. Hey! Kime diyorum kız?
Bir uykudan uyanır gibi irkildi.
-Ha tamam.
– Neye tamam dedin şimdi ayol?
Canan deli bir kahkaha patlattı. Canan’ın bu alaycı gülüşü onu rahatsız etti. Sorusunu cevaplamadan, arka odalardan birindeki alet edevat çantasını bulmaya gitti. Bu sırada, Canan, elindekileri mutfak masasının üzerine bırakıp balkona geçti.
– Bugün hava çok güzel olacak. Tatlı bir serinlik var…
Canan balkonda kendi kendine söylenirken, alet çantasıyla çıkıp geldi.
– Burada bir yerde güçlü bir yapıştırıcı olacak. Ağabeyim geldiğinde almıştı.
– Fark etmez canım, herhangi bir yapıştırıcı da iş görür.
Bu fincan muhabbetinden biraz sıkılmıştı. Zaten kahvaltı için hazırlık da yapmamıştı. Sabahın köründe kırılmış bir fincan için yapıştırıcı araması saçma geliyordu. Kafasından geçen düşüncelerin hiçbirini Canan’a söyleyemezdi. Güne hiç de hesapladığı gibi başlamamıştı. Halbuki, güzel, muazzam bir kahvaltı sofrası hazırlayacak, arkasından tam da planladığı gibi on buçuğa beş kala kapının zili çalacak, en temiz, ütülü, mis gibi kokan kıyafetleriyle ve taranmış, ışıl ışıl parlayan saçıyla kapıyı açıp kocaman gülümsemesini takınıp Canan’a “hoş geldin canım” diyecekti. Canan ise kapı açılır açılmaz mutfaktan gelen iştah açıcı börek kokusuyla karışık parfüm kokusu karşısında kendinden geçerek ve gözleri ışıldayarak kendisine sarılacaktı. Dün gece yatağına girerken, bu sabah hakkındaki düşünceleri tam olarak böyleydi. Kafasındakileri bir kenara bırakıp can sıkıntısını belli eden yüz ifadesiyle Canan’a döndü.
– Bir şeyler hazırlayayım da kahvaltı edelim. Acıkmadın mı sen?
– Ederiz ederiz, kaçmıyor ya canım! Önce şu fincanı tamir edelim.
– Altı üstü kırık bir porselen. O kadar da önemli değil. Zaten dolapta kullanmadığım beş parça fincan daha var.
– Tamam sen onları yine kullanırsın ama şunu bir yapıştıralım. Gör bak güzel olacak.
– Ne fincanmış arkadaş. Kahvaltı bile edemiyoruz.
Canan, gözlerini deviren arkadaşına güldü sonra dönüp:
-Senin huysuzluğun üzerinde bugün hanımefendi. Hem bence sen daha uyanamadın. Kahvaltıdan önce şöyle bol köpüklü, sade bir kahve yap da içelim. İkimiz de açılırız.
– Olur olur, yapayım. Benim de canım çekti.
Kahve makinesinin başına geçip hazneye, önce kahveyi sonra suyu kattı. Biraz karıştırıp makinenin düğmesine dokundu. Aslında Canan, cezvede pişirilmiş kahveyi daha çok seviyordu. Fakat ona “nasıl içersin” diye sorma gereği duymadı. Hem Canan’da “kahveyi cezvede pişir” diye özellikle belirtmemişti. İçinden “zaten sabahtan bu yana hiçbir şey arzu ettiğim gibi ilerlemiyor bari kahveyi istediğim gibi pişireyim” diye geçirdi. Mutfak dolabından kırılan porselen fincanının devamı olan iki parça fincanı ve altlarını çıkardı, tezgâha koydu. Kahvenin pişmesini beklerken göz ucuyla, balkon masasının başında, tüm dikkatini vererek kırık porselen parçalarını birleştirmeye uğraşan arkadaşına baktı. İçinde, ona karşı, tuhaf bir merhamet duygusuyla karışık, acıma hissetti. Sonra kendinden utandı. Ne kadar bencil olduğunu düşündü. Kahveyi cezvede yapmadığı için kendine kızdı. Makineden kahvenin piştiğini belirten kısa ve tiz bir ses çıktı. Bir kaşık yardımıyla köpükleri fincanlara paylaştırıp kalan kahveyi de koyduktan sonra tepsiyi alıp balkona, Canan’ın yanına geçti.
Canan cezbedici kahve kokusuna dayanamayıp, elindeki işi bıraktı.
-Oh mis gibi koktu. Ellerine sağlık arkadaşım.
-Afiyet olsun canım. Kahveyi cezvede sevdiğini biliyorum ama unutmuşum makinede pişirdim, sorun olmaz sanırım.
Ortada yalan söylemesini gerektirecek bir durum yoktu ancak o Canan’ı önemsemiyormuş gibi görünmek istemedi.
– Ah, evet cezvede pişmiş kahvenin yerini tutmuyor. Olsun önemli değil şu kahve kokusu bana yetiyor.
Canan kahvesinden bir yudum aldı sonra eline kırık bir porselen parçası alıp arkadaşına döndü:
– Bunu da yapıştırdık mı tamamdır.
Eline yapıştırıcıyı aldı. Büyük bir dikkat ve özenle kırık yerlere ince ince sürdü. Son dokunuşu yaptı. Üst taraflarında minik kırıklar olmasına rağmen fincan artık tekrar bir bütün haline gelmişti. Kırılan yerlerinden sızan yapıştırıcının sarı rengi fincana ayrı bir hava katmıştı. Sanki yıllardır, bir müzenin antika eşyalar bölümünde mağrur bir nesne edasıyla izleyenlerine çalım satıyordu.
İki arkadaş masanın üzerindeki yaralı fincana hayran hayran baktılar. Sessizliği ilk bozan Canan oldu.
– Nasıl oldu ama?
-Uzaktan bakınca sanki hiç kırılmamış gibi duruyor.
-Uzaktan bakınca insanlar da öyle duruyor şekerim. Şu raftaki küçük saksıyı getir bakalım.
Kahverengi, sıradan, küçük plastik saksının içinde hangi süpermarketten aldığını hatırlayamadığı kaktüsü işaret ediyordu Canan. Yerinden kalktı. Balkon kapısının yanındaki raftan saksıyı alıp getirdi, Canan’a verdi. Canan saksıyı aldığı gibi fincanın içine oturttu.
– Gördün mü sanki saksıyı bu fincan için özel olarak üretmişler. Cuk oturdu.
– Gerçekten güzel oldu, Eline sağlık, çok beğendim.
– Ee kahve içmek dışında da bir işe yarıyormuş demek ki hanımefendi.
Gülümsedi. Az önceki can sıkıntısı, öfkesi, kontrolden çıkmışlık hissi geçmişti. Canan basit bir porseleni tamir etmemişti aslında. Bugüne kadar kimse onun için bir şeyleri düzeltmeye, onarmaya çalışmamıştı. Onunla tanıştığı için kendini şanslı hissediyordu.
– Bana sorarsan bu haliyle de güzel ama şu çatlak izleri görünmesin istersen boyayalım ha ne dersin?
– İstemem. Çatlaklar ayrı bir hava veriyor. Diğer beş fincandan bir farkı oldu böyle. Bir karakter, bir kişilik kattın fincana Canancığım.
Canan yine o deli ama sıcacık kahkahalarından birini koyverdi.
– Bir kahve fincanı kaybettin ama kişilikli bir fincan kazandın. Fena mı oldu?